Güncelleme: 23 Aralık 2016

  • Paylaş
takdim yerine/ düşünce’nin çığlığı: dil
takdim yerine/ düşünce’nin çığlığı: dil

düşünce dergisinin 5. sayısı çıktı...

 

Gün batarken iki arkadaşla yolda yürüyordum. Birden gökyüzü kan
kırmızıya döndü. Durdum, köprünün bariyerlerine yaslandım. Dayanıl-
maz bir yorgunluk hissettim. Mavi siyaha çalan fiyortların üzerine ateş
ve kan kırmızısı diller çöreklenmişti. Arkadaşlarım yürümeye devam
etti. Bense geride ürperten bir kaygıyla donup kalmıştım. Derken doğa-
nın devasa, sonu gelmez çığlığını duydum…”

(Edward Munch’un kapaktaki “Çığlık” tablosu ile ilgili  günlüğüne düştüğü satırlar)


Erol Güngör’ün Colorado Üniversitesi Davranış Bilimleri Enstitüsü’nde doçentlik tezi olarak takdim ettiği çalışması, Şahıslararası İhtilafların Çözümünde Lisânın Rolü, daha sonra Türkiye’de de yayınlanmıştır. Bu çalışmasında Güngör, şahıslararasında doğabilecek “ihtilafı çözmek veya bir anlaşmaya varmak için kullanılacak yegâne vasıta, eldeki delillerin nisbî ehemmiyeti üzerinde müzakere ve münakaşaya girmektir. Bu noktada dile gayet büyük bir rol düşer; zira düşüncelerin nakli için dilden daha tesirli ve şumüllü bir vasıta bulunmuş değildir” diyerek dil’in ferdî meselelerinin hâllinde önemli bir vasıta olduğunu belirtmiştir. Ancak Güngör, dil’in “bizâtihi bir yarı-rasyonel sistem” olması dolayısıyla vaziyete yeni bir takım müphemiyetler getirdiğini de söylemektedir. Güngör’e göre dil’in naklettiği mânâ sistemleri “kelimenin delâlet ettiği eşya ve hadiselerle olan geçmiş şahsî tecrübelerin bir fonksiyonudur”. Dil’in ve insanlar arasında taşıdığı mânânın vuzuhsuzluk ihtiva ettiğini söyleyen Güngör, burada objektif ve subjektif mânâ farklılıklarından bahsetmekte ve bu mânâ farklılıklarının arasındaki sınırı kat’î bir şekilde çizebilmektedir. Hakikaten Ludwig Wittgenstein’ın da belirttiği üzere “dil organizmamızın bir parçasıdır ve ondan daha az karmaşık değildir”. Bu denli karmaşık bir yapının vasıta olarak kullanıldığı bir vaziyete bir takım belirsizlikler getirmesi de muhtemeldir. Ancak objektif ve subjektif mânâ farklılıklarını keskin çizgilerle ayırmak ne derecede geçerlidir, bunun sorgulanması gerektiği düşüncesindeyiz.

Sorgulamamızın delillendirme olarak isimlendirdiğimiz ilk kısmında adesemizi gerilere tutarak, dil ve dil felsefesi üzerinde çalışmalar yapmış düşünürlerden faydalanmak düşüncesindeyiz. Meseleye etimolojik olarak yaklaştığımızda bizdeki kelâm kelimesine karşılık gelen Yunanca’daki logos kelimesinin akıl veya düşünme olarak tercüme edildiğine şahit oluruz. Halbuki kanun ve kavram mânâlarını da hâiz olan kelime öncelikle dil anlamına gelmektedir. Ünlü Fransız dilbilimci Ferdinand
de Sassure’e göre ise dil, kollektif bir temsili, somut dil’in kulanımını yönlendiren dilbilimsel kuralların soyut bir sistemini, (Durkheim’ın metodolojisinden mülhem) “kollektif zihin ile dilsel grupların” ürünü
olan formel ve tutarlı bir yapıyı oluşturuyordu. Buna göre Mead’in de belirttiği üzere dil “yalnızca başka bir birey değil, başka bir toplum da üreten bütünüyle değişik türden bir örgütlenme ilkesi doğur[maktadır]”. Frankfurt Okulu’nun ikinci nesil düşünürlerinden olan ve dil’in ehemmiyetini Frankfurt Enstitüsü’nün 1965 yılı açılış konuşmasında da dile getiren Habermas, şaheseri İletişimsel Eylem Kuramı’nın girişinde “dünya ancak, bir dil ve eylem yetisi olan özneler topluluğu için, bir ve
aynı dünya olarak kabul edildiğinde nesnellik kazanır” demekte ve G. H. Mead’ten bu yana benimsenegelen dil’in toplumun içerisinde ve onu[n dünyaya bakışını] oluşturan bir faktör olduğunu açıklayan görüşe paralel olarak teorisini oluşturmaktadır. Auguste Comte’un düşüncesinde dil’in toplum içerisindeki işlevine dikkat çekerken, mülkiyet ve dil’in birbirine mukabil şekilde anlatılmasını mânidar bulan Raymond Aron ise, bu ilişkiyi şöyle açıklamaktadır: “Mülkiyet çalışmanın toplumda
yansıması; dil ise aklın toplumda yansımasıdır. Mülkiyet ve dilin ortak yasası birikme yasasıdır”. Yine toplum içerisindeki farklılaşmayı üretim açısından ele alan Marks ve bu farklılaşmayı tüketim ilişkilerinde arayan Weber’den bir adım daha öteye geçen Thorstein Veblen ise meşhur eseri Aylak Sınıfın Teorisi’nde dil’i toplum içerisindeki farklılaşmayı oluşturan bir faktör olarak nitelendirmektedir. Şöyle ki Wittgenstein’ın da belirttiği üzere “bir dil tasavvur etmek, bir yaşam biçimi tasavvur
etmek demektir”.


Ancak Wittgenstein belki de en çok “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” aforizması ile tanınır. Bu önerme, dil ile dünyanın birbirinden ayrı evrenleri temsil ettikleri gibi bir yanlış anlamaya da açıktır.
Zaten bu yanlış anlamayı en çarpıcı biçimde hissetiğimiz an, dil hakkında eldeki dilin imkân ve kısıtları ile konuşmaya başladığımız, bir başka ifadeyle açmazda kaldığımız andır. Dil hakkında düşünmek, konuşmak, yazmak bir üst-dil gerekip gerekmediği tartışmasını da beraberinde getirecektir. Peki, bu üst-dil de, dili belirleyen çok bilinmeyenli denklemin meşhur bilinmeyenlerinin bilinmez tesirlerine maruz kalmayacak mıdır? Cevap vermenin epey zor olduğu, çetin ve kadim bir sorudur bu. Halbuki gündelik hayatta bizleri ayıran, birleştiren, bülbülün belası olan, savaş başlatan, iş bitiren, baş yitiren, propagandanın, reklamın, söylemin dilinden öte fikrî planda henüz biz onu söze dökmeden zihnimizde gezinen düşüncenin dili de maddî gerçeklik, inanç, iktidar vb. birçok failin meçhulü değil midir?

Kavramların tarihi, ıstılahların menşei gibi birçok çalışmanın bu soruşturmaları incelediği dil ile yapıyor oluşu, hatta Derrida gibi felsefecilerin yapı-sökümü de bir dil vasıtasıyla gerçekleştiriyor oluşu insanı çıkmaz sokaklardan müteşekkil bir labirent içerisinde kayboluyor hissi vermektedir. Ta ki İlâhî vaad yeniden kulaklarda çınlayıp kalpleri teskin edene kadar:

“Ve min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı vahtilâfu elsinetikum ve el-
vânikum, inne fî zâlike le âyâtin lil âlimîn.” (Rûm Sûresi/22. Âyet)*

*(Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da
O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler
için elbette ibretler vardır.)



Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Düşünce Dergisi'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.

  • Paylaş

Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.

1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.

Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.

Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır

Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.

Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.


En Çok Okunanlar