Sayı 5 / Dil - 20:57, 23 Aralık 2016 Cuma
teknoloji dilin ve hukukun topluma çizdiği sınırları siliyor

İngiliz siyaset adamı William Ewart Gladstone’un (1809-1898) muhalefet sıralarındaki mesaisi dışında vaktinin çok önemli bir kısmını dolduran Homeros okumaları, 19. yüzyılın, sonuçları ve etkileri evrim ve ırk meselesi gibi dönemin en ateşli tartışmalarıyla iç içe geçen sorusunu doğurdu: Sarı ile yeşili birbirinden dil mi ayırıyor, göz mü?

İngiliz siyaset adamı William Ewart Gladstone’un (1809-1898) muhalefet sıralarındaki mesaisi dışında vaktinin çok önemli bir kısmını dolduran Homeros okumaları, 19. yüzyılın, sonuçları ve etkileri evrim ve ırk meselesi gibi dönemin en ateşli tartışmalarıyla iç içe geçen sorusunu doğurdu: Sarı ile yeşili birbirinden dil mi ayırıyor, göz mü? İlk bakışta basit gibi gözüken bu soru, insan bilimlerinin çok önemli bir meselesine merkezinden bağlıydı: Dilin kökeni tabiat mıdır, kültür müdür?

Renklerle ilgili bu ilginç sorunun hikâyesi şöyleydi: Son derece zeki ve bitmez bir enerji sahibi olduğu söylenen Gladstone, kuvvetli dinî inançları yanında çok sağlam bir Homeros okuruydu. İnsan tabiatının ihtişamlı ve eksiksiz bir anlatılışı olarak gördüğü İlyada ve Odysseia, onun için adeta ikinci bir İncil’di. Gladstone’un dikkatli ve uzun yılları bulan İlyada ve Odysseia okumaları, sayfa sayısı 1700’ü bulan üç büyük ciltlik abidevî bir eseri netice verdi: Studies on Homer and the Homeric Age (Homeros ve Çağı Üzerine İncelemeler). Üçüncü cildin sonlarında yer alan bir bölüm, “Homeros’un renkleri algılayışı ve kullanışı” başlığını taşımaktaydı. Gladstone, bu bölümde Homeros’un renk isimlerini kullanmadaki kimi eksiklik, belirsizlik ve tutarsızlıklarına dikkat çekiyordu. Tutarsızlıkların en tipik örnekleri, balın yeşil, denizin ‘şarap rengi’, yani kırmızı renkle nitelenmesi; eksikliklerin en çarpıcı misali ise ‘mavi’ renkten hiç, ama hiç bahsedilmemesiydi. Ne deniz ne gökyüzü için ‘mavi’ renk kullanılmıştı. Renklere ilişkin en belirgin sınıflama ölçütü ise aydınlık ve karanlık idi. Gladstone’un gündeme taşıdığı bu anlaşılmaz tuhaflık, ilerleyen yıllarda Lazarus Geiger’in (1829-1870) peşine düşeceği bir dizi sorunun fitilini ateşlemeye yetti. Daha yedi yaşında iken annesine ‘bütün dilleri’ öğreneceğini söyleyen Geiger eşsiz bir bilgi hazinesine sahipti. Onun çalışmaları, Gladstone’dan bir adım ileri gitti ve meselede yeni bir dönemece varıldığını işaret eden şu soruda yoğunlaştı: “Gökyüzünün rengini sadece siyahla niteleyebilen bir insan kuşağının fizyolojik durumu ne olabilir? Bizimle onlar arasındaki fark sadece adlandırmada mıdır, yoksa bizzat algıda mıdır?” Bu soru, kültür-tabiat tartışmalarının merkezinde yıllarca kalacaktı.

Yazının devamı Düşünce Dergisi'nin Dil sayısında...