Sayı 6 / Göç - 11:09, 17 Haziran 2017 Cumartesi
sinemanın göç hali

Sinema, başlangıcından beri bir göç hikâyesiydi aslında yani duygu, düşünce, hayal ve yaşanmışlıkların hapsolduğu insan bedeninden kurtulup beyazperdede yeniden hayat bulması idi.

Hayallere açılan karanlık bir mekân. Gönüllü denekler hazır, saatlerini bekliyorlar. Önce kapitalizme açılan reklamlar, sonra patlamış mısır ve meşrubat eşliğinde yapamadıklarını görme; ruhu protagoniste emanet edip bir nebze olsun dünya meşguliyetlerinden uzak durabilme. İşte büyülü fenerin bütün şaşalı hikâyesini bu şekilde özetleyebiliriz.

Sinema, başlangıcından beri bir göç hikâyesiydi aslında yani duygu, düşünce, hayal ve yaşanmışlıkların hapsolduğu insan bedeninden kurtulup beyazperdede yeniden hayat bulması idi. Lumiere’ler için bu pek önemli değildi. Onların niyeti, var olan güzel ve ilgi çekici şeyleri göstermekti. Eksantrik, güzel, hareketli, insanların bilmediği, henüz öğrenme fırsatı yakalayamadığı şeyleri kayda alıp gösterdiler panayırlarda, kafelerde, çadırlarda. Dünyanın dört bir yanına gönderilen kameramanlar, gündelik yaşamları, özel anları belgelediler yıllarca. Belli özelliklere göre gruplandırılan bu görüntüler, göç ettiler ülkeden ülkeye; seyredildiler ilgiyle.

Sonra hayaller, hikâyeler, yaşanmışlıklar, tarihi olaylar, aşklar, acılar, mutluluklar, senaristin ellerinden yönetmenin muhayyilesine geçip, tercih edilen form içinde, film gramerine uygun şekilde sinemanın etkileyici anlatım teknikleriyle daha güzel şekilde sunuldu. Artık başka bir göç süreci başlamıştı. Anlamlı, başı sonu olan öyküler anlatılmaktaydı. Sinemacılar bu dönemin Melies ile başladığını ifade eder. Edebiyatın ve tiyatronun kaynaklığındaki ilk yılların sıkıntılı havasında sınırlı filmlerle özgün hikâyeler anlatılırken, sinema kendini, türlerini, açılarını, tekniklerini, trüklerini keşfeder. Velhasıl kervan yolda düzülür. Pratikler, teoriye dökülür. Yıllar sonra o teoriler, sinema okullarında ders olarak okutulacaktır.

 

Yazının devamı Düşünce Dergisi'nin Göç sayısında...