Sayı 2 / Para - 17:01, 26 Mayıs 2015 Salı
mustafa özel İle röportaj

Para bir dildir. Dil nasıl fikri mübadeleyi mümkün kılıyorsa, para da ticari mübadeleyi mümkün kılan (yahut kolaylaştıran) bir aracıdır. Her ikisinin de ortaya çıkışı hâlâ birer muammadır. Fakat ikisi de neticede konvansiyonel, maddi ve semboliktir.

mustafa özel İle röportaj

Mustafa Özel ile " Edebiyatta Para ve Ticaret" üzerine...

Para Bir Dildir

Merhaba Hocam. Sizinle edebi eserlerde, özellikle de romanlarda insan-para ilişkisi üzerine konuşmak istiyoruz.

Konuşalım Efendim, hem insan-para ilişkisini, hem de para-insan ilişkisini.

Nasıl yani? Bunlar farklı şeyler mi?

İşte bu soruyla roman dünyasına adım atmış oluyoruz. Paranız az ise siz ona sahipsiniz, çok ise o size sahip olur. İktisatçılar birinci kısmı anlatır ve sizi rasyonel olduğunuza inandırırlar. Romancı için ikincisi daha ilginçtir, çünkü umumiyetle irrasyoneldir.

Para ile başlayalım öyleyse, fazla kafamız karışmadan. Para nedir sizce?

Para bir dildir. Dil nasıl fikri mübadeleyi mümkün kılıyorsa, para da ticari mübadeleyi mümkün kılan (yahut kolaylaştıran) bir aracıdır. Her ikisinin de ortaya çıkışı hâlâ birer muammadır. Fakat ikisi de neticede konvansiyonel, maddi ve semboliktir.

Biraz açsak bu karışık yumağı...

Dil de, para da birer konvansiyondur, yani o araçları kullanan insan topluluğu, bu araçların mahiyet ve değeri üzerinde anlaştığı için onları kullanabilmekte yahut onlar üzerinden fikri ve ticari alışverişlerini gerçekleştirebilmektedir. Dil hem maddi (sesler) hem de semboliktir (harfler, şekiller). Para da hem maddi (altın, gümüş), hem de semboliktir (kağıt ve elektronik işaretler).

Ama sembolün bir "değer" sayılması için, bir şekilde maddi temele sahip olması gerek, değil mi? Yoksa kalpazanlara gün doğar!

Muhtemelen en sonda geleceğimiz Kalpazanlar romanına bu vesileyle öncelik verelim o halde. Andre Gide, kendisine fiilen babalık yapmış iktisatçı Charles Gide'in yeğeniydi. Yirminci yüzyıl başlarının en önemli para kuramcılarından biri olan amca, romancımızı yazma sürecinde etkilemiş olmalıdır. Dörtyüz sayfalık romanda kalpazanlıkla ilgili bölüm yirmi sayfayı geçmez ve henüz reşit sayılamayacak çocukların bir oyunu gibi resmedilir.

Kalpazanlığın düşündüğümüz kadar ciddi bir olgu olmadığını mı anlatmak istiyor?

Tam aksine, hakiki kalpazanlığı hayatın diğer alanlarında, özellikle de dilde aramamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor! Roman, kalp bir paranın bulunmasıyla değil, kalp bir babanın keşfiyle başlıyor. Modernlik bir bakıma "Babanın Ölümü"dür: Gökteki babanın, tahttaki babanın, nihayet evdeki babanın. "Ancak bir piç doğal olabilir!" diyor yazarımız. Sonra keşifler devam eder: Kalp bir yazar, kalp dostlar, en önemlisi de romancının kendisi kalp!

Nasıl yani?

Andre Gide'in yazdığı roman, aslında romanın içinde yazılmakta olan Kalpazanlar başlıklı asıl romanın taklididir. Kalp olduğu ölçüde de roman iktisadi terimlerle meşbudur: Piyasa, değer eksilmesi (depreciation), enflasyon gibi iktisadi kavramlar kitapta kişilerin yerini tutuyor! Enflasyon piyasadaki fiyatlardan çok, dildeki kelimelerde karşımıza çıkıyor. Dil piyasasında kelimeler o denli çoğalıyor ki, Tanrı'nın kelimelerini işitemez oluyoruz! "Başlangıçta Kelam vardı. (…) Fakat Şeytan kaptı onu. (…) Şimdi onun gürültüsü Tanrı'nın sesini bastırıyor."

Sizi dinlerken ürperdim biraz. Piçliğin doğallığı, Şeytan'ın sesinin Tanrı'yı bastırması, nasıl bir dil böyle?

Paramız nasılsa dilimiz de öyle artık; ikisi de ürpertiyor. Düşünün dünyada 200 kadar ülke var, bunlar arasındaki bir günlük "maddi" mal alışverişi 50 milyar dolar. Aynı ülkeler arasındaki günlük "sanal" alışveriş, bir bakıma parasal “oyun”, 4 trilyon doları bulabiliyor.

Buradaki maddi/sanal ayırımını biraz daha açsak fena olmayacak, nasılsa ürperdik bir kere.

Mesela Japonya’dan otomobil, Brezilya’dan kakao ve Arabistan’dan petrol alıyoruz diyelim. Ülkemize otomobil, kakao ve petrol geliyor; karşılığında Dolar veya herhangi bir para birimi üzerinden ödeme yapıyoruz. İşte bu reel bir ticarettir; mal geliyor, para gidiyor. Bu şekildeki mal ticaretinin küresel hacmi 18 trilyon dolar düzeyindedir: Günde yaklaşık 50 milyar dolar. Aldığımız otomobile biniyor; petrolü enerji olarak kullanıyor; kakao ile de mesela çikolata imal ediyoruz. Hepsi de gerçek, elle tutulur, gözle görülür işlemler.

Madalyonun öbür yüzü ise şöyle: Frankfurt, Londra veya New York borsasından, altı ay vadeli petrol yahut kakao satın alıyorum. Ne petrolü işleyecek tesisim, ne kakaodan çikolata yapmaya niyetim var. Taahhüdüme göre, altı ay dolunca, para benim hesabımdan petrol veya kakao satıcısının hesabına geçecek, onlar da malı yükleyecekler. Benim derdim mal değil tabii. Dolayısıyla, son gün gelmeden maldan kurtulmam lazım. Kâr/Zarar beklentime göre, altı gün veya altı hafta sonra malı başkasına satıyorum. Yani fiiliyatta gerçek bir mal yok; bir oyun sahası ve içinde arı gibi kaynaşan oyunbazlar var sadece. Bu şekildeki cross-border (ülkeden ülkeye) işlemlerin bir günlük hacmi 4-5 trilyon doları bulabiliyor. Özetle, ortada bir mal olmadan (yahut bir mal varmış gibi) yürütülen alışverişler, gerçek alışverişin neredeyse yüz misli.

Allah Namus-u Ekber, Para Namus-u Asgar

Keşke Kalpazanlar'a en sonda gelseydik. Biz yine başa dönelim mi; bir sembol olarak paranın maddi bir temele dayanması meselesi.

Aslında teorik olarak böyle bir ihtiyaç yok. Para madem bir aracıdır, kendisinin bizzat değerli olması, maddi bir değere bağlanması şart değil. Fakat bu aracıya nasıl itimat edeceğiz? Mesele temelde bir itimat, bir iman meselesidir...

Para ve iman! Bir yaşıma daha girdim.

İbn Rüşd, Allah namus-u ekberdir, diyor, para ise namus-u asgar. Parayı küçültmekle beraber Cenab-ı Hakk'a nispet ediyor! Yani her ikisi de insanlar için birer değer ölçüsü; biri fizik dünyanın, diğeri metafizik dünyanın.

“Değer ölçüsü” üzerinde duralım isterseniz. İktisat derslerinde paranın temelde üç fonksiyonu olduğu söylenir: Mübadele aracı, değer ölçüsü ve değer stoku.

Üniversitelerde oku(t)maya devam ettiğimiz iktisat 19. yüzyıl mamulü özel bir dildir aslında. Başlı başına bir roman. Adam Smith paranın ortaya çıkışını "insan fıtratındaki mübadele eğilimi" ile açıklıyordu. Bir topluluk sayıca artmaya başlayınca, herkes kendileri (yahut aileleri) için gerekli olan her şeyi bizzat yapmamaya, bunlardan biri üzerinde uzmanlaşıp, ürettiği fazlalığı toplumun diğer üyelerinin fazlalıklarıyla takas etmeye yöneliyordu. Takasın muhtelif zorluklar çıkardığı bir aşamada ise, herhangi bir maddeyi "ortak payda" haline getiriyorduk (tuz, deniz kabuğu, vb.) Bu sürecin ileri aşamalarında madenler, özellikle de altın ve gümüşü para olarak kullanmaya başlıyorduk. Mükemmel bir kurgu. Smith de, onu takip eden 19 ve 20. yüzyıl iktisatçıları da, takas şartlarının nasıl oluştuğunu anlatmaya çalıştıkları bölüme istisnasız “Let’s imagine” diye başlıyorlar: Şöyle bir toplum hayal edelim… Oysa antropolojik ve tarihi araştırmalar bu görüşün temelsiz bir masal olduğunu ortaya koyuyor. Takas, “topluluk içi” bir işlem olarak hemen hemen hiç görülmüyor, onun yerine hediyeleşme veya çeşitli “yeniden bölüşme” mekanizmaları kullanılıyor. Takas var tabii, fakat birbirine yabancı topluluklar arasında, bir defaya mahsus olup biten bir işlem tarzında yahut bir para sisteminin iflas edip yerine bir yenisinin henüz ihdas edilemediği durumlarda görülüyor. Yani ortaya çıkış bakımından paranın asıl fonksiyonu bir mübadele aracı olması değil, bir değer ölçüsü (yani bir hesap birimi) olmasıdır. Yukarıda sizi ürperten gerçeklikler ise, paranın bir "değer stoku" haline geldiği uğraklarla ilintilidir.

Para esasta mübadele aracı değil de değer ölçüsü ise, neyi ölçüyor, neyi hesaplıyor peki?

Borcumuzu. İnsan borçlu doğan bir varlıktır. Önce bizi yarattığı için Allah'a borçluyuz. Sonra bizi üyeliğe kabul eden cemiyete, o cemiyetin siyasi düzenini kuran hükümdara borçluyuz. Bazı hükümdarların hesap pusulasını kabartmak için tanrılık iddiasında bulunmuş olması tesadüf değildir! Çağdaş antropologların vardığı nihai nokta şudur: Borç ile para adeta eşzamanlı teşrif etmişlerdir. Para, borcun nicel olarak ifade edilebilmesini sağlar.

Hocam izninizle bu iktisadi/antropo-teolojik alandan çıkalım, asıl konuşmak istediğimiz alana, edebiyata gelelim.

Gelelim efendim. Paranın değer stoku sayıldığı, dolayısıyla, mal/hizmet ticareti kadar, bizzat para ticareti yapıldığı bir dönemin edebiyat eserlerinin bu nevzuhur alışverişe değinmemesi mümkün değildir. Eskiden para ticaretine tefecilik denirdi, modern çağda "yüksek finans" denmeye başladı. Fakat güneş altında yeni bir şey yok. Simgeler düzlemine hakim olanlar, sadece reel olana kafası basanları parmağında oynatmaya devam ediyor. Ve bu düzenbazlığa, kurbanlar adına din adamlarından çok şair ve romancılar karşı çıkıyor. Ruhban her yerde umumiyetle araziye uyar!

Gılgamış ve Oğuz Kağan

Paraya veya altın ve gümüşe yönelik eleştirilere en kadim eserlerde bile rastlanıyor galiba. Sadece modern çağa özgü bir durum değil.

Her toplumun şehirleşme/ticarileşme düzeyi farklı olabiliyor. Mesela Gılgamış destanı ile Oğuz Kağan destanını altın ve gümüşe bakış açısından karşılaştırmak çok ilginç sonuçlar verebilir. Gılgamış destanı diğerinden 3-4 bin yıl önceki bir toplumda geçmesine rağmen daha modern bir muhtevaya sahip. Uruk şehrinin yüksek surları var, demek ki korunacak bir ekonomik değer biriktirilmiş. Nitekim tufan kopmadan önce binilen gemiye insanlardan ve hayvanlardan önce altın ve gümüş stokları yükleniyor. Oğuz Kağan destanı çok daha yakın bir çağa ait, fakat Orta Asya'da, henüz tam ticarileşmemiş bir ortamdayız. Altın gümüş var elbette, fakat birincil öneme sahip değiller ki, Kağanımız fethettiği bir ülkede karşısına çıkan "duvarları altın, pencereleri gümüş ve çatısı demir" evi kapalı bulunca, açılmasına kadar beklemiyor bile: "Kapalı idi ve anahtar yoktu. Tömürdü Kağul'a buyurdu: Sen burada kal ve çatıyı aç; sonra orduya gel. Bunun üzerine ona Kalaç adını koydu ve ilerledi."

Altını ve gümüşü yükle getir, demiyor. Acaba içeride başka bir şey var mı? Ona bakacak ve gelip orduya katılacak. Asıl mesele, ilerlemek! Bu hareket destanını muhakkak okuyun, topu topu on sayfa. Paragrafların çoğu "ve ilerledi" diye bitiyor. Durmak yok, yola devam! Manas, Dede Korkut, bütün destanlarımızda iktisadi tarih açısından çok değerli bilgiler var. Okumayı bilirsek!

Peki, modern çağa gelelim artık. Para edebi eserlerde nasıl bir yankı buluyor.

Modern çağın bütün şiir, roman ve drama yazarlarını birer Aristocu karşıtı iktisatçı saysak, yeridir. Aristo, paradan para kazanmayı en "gayrı tabii" faaliyet sayıyor, tefecileri lanetliyordu. Son beşyüz yıla kadar, Aristo gibi düşünmeyen hiçbir din veya sosyal felsefe yok, diyor Max Weber. Hepsinde faiz yasağının bir benzeri mutlaka var. Yahudilikteki açık kapı, yani kardeşinden değil, ama başkasından faiz alabilirsin ilkesi, kapitalizmin can simidi oldu. Buna rağmen, neredeyse istisnasız bir şekilde, modern udeba, ribahorlara meydanı boş bırakmadı. Ehl-i Hayal, kötü gerçeğe teslim olmadı.

Kağıt Para, Simyayı Öldürdü

Parayı eserlerinde en fazla işleyen ilk büyük modern edipler İngiliz: Spenser, Jonson, Shakespeare. Fakat bunların hepsinde asıl olan madeni paradır, altın ve gümüş. Kağıt paranın mahiyet ve kaderini, daha kağıt para bir dünya fenomeni haline gelmeden, iktisatçıları kıskandıracak bir bilgelikle ele alan Goethe oldu.

Şair, oyun yazarı, bilimadamı, şimdi de iktisatçı mı Goethe?

Emerson, modernliği Faust’un birinci cildi ile başlatıyor. Faust'un ikinci cildi ise bana göre modern çağın en özgün iktisat felsefesi kitabıdır. Birinci cilt müflis bir ferdin, Şeytanla yaptığı akit sayesinde bir çıkış yolu aramasının trajik hikayesidir. Felsefe, tıb, hukuk ve hatta ilahiyat okumuş, fakat varoluşuna dair hiçbir meseleyi çözemememiş olan Faust, ruhunu Şeytana satarak kesin bilgi ve mutlak haz "satın alır". Modern olmanın esası bu alışveriştir.

İkinci kitap müflis bir sosyal sistemin trajedisidir, ferdin açmazından toplumun açmazına geçiyoruz. Askerleri ayaklanmış bir İmparator, öfkeyle ordu komutanını çağırır. Komutan isyanın sebebinin maaşların ödenmemesi olduğunu söyler, bunun üzerine imparator maliye nazırına çıkışır. Maliye nazırı; yeterli vergi toplanamıyor, ganimet kesildi, saraydaki simyacılar da işe yaramıyor, diye cevap verir.

Yeterince altın yapıp bütçe açığını kapatamıyorlar yani!

Evet. Goethe de bir simyacıydı, laboratuarında kurşundan altın üretmenin peşini hayatının son demlerine kadar bırakmadı. Jung, Faust için hakiki bir simya kitabı diyor. Şiir, baştan sona simya prosesleri üzerine kurulmuş. Kolay değil, ikinci kitap tam kırk yılda yazılmış (Birincisi de yirmi yılını almıştı Goethe'nin.) İmparator tam bir acz içindeyken Mefisto (Şeytan) ile çırağı Faust gelirler ve ellerindeki bir kağıt parçasını imzalaması halinde "bütçe açığı" meselesini çözeceklerini söylerler. Ortamda bir karnaval havası vardır, Haşmetmeab da pek ayık sayılmaz, imzayı atıverir. Hemen o kağıttan binlerce nüsha çoğaltıp askerlere maaş yerine dağıtırlar. Hanımlar mağazalara hücum eder, ekonomi canlanır. Hülasa, birinci ciltte Faust (birey) Şeytanla anlaşma imzalayıp ruhunu satmıştı, ikinci ciltte İmparator (devlet) Şeytanla anlaşma imzalayıp ruhunu satıyor. Kâğıt para, Şeytanla imzalanan antlaşmadır. Modern devlet böyle bir paktın ürünüdür, modern ekonomi de bir kağıt para ekonomisidir. Simyacılara artık ihtiyacımız kalmamıştır.

Pek kalıcı bir çözüme benzemiyor ama. Boyuna kağıt para basarak açığı kapatmaya çalışırlarsa, enflasyon olmayacak mı? Faust farkında mı bunun?

Soytarının uyarısıyla farkına varır! İmparator, hizmetlerinden dolayı Faust'a istediği kadar para vereceğini söyler, fakat soytarı "toprak iste!" diye fısıldar. O da para değil, toprak ister. Nihayette değerli olanın bir kağıt parçası değil, bizzat tabiat olduğunu akleder. Faust daha ileri gider ve “denizden doldurulmuş” bir arazi parçası talep eder. İmparator şaşkındır, neden normal bir yer değil de ille de doldurulmuş deniz istiyor? “Haddini bilmeyen dalgalara hadlerini bildirmek için!” Yamaca da bir köşk yaptırıp, oradan denizin (tabiatın) nasıl denetim altına alındığını seyredip keyiflenecektir. Sadece küçük bir sorun var: Yamaçtaki kulübecikte oturan yaşlı çift ne olacaktır? Kendilerini yıllardır kazazedelere adayan bu inatçı çift, bir türlü küçücük mülklerini satmak istemezler. "Gerekeni yapın!" diye emir verir Faust, adamları da kulübeyi yakar, yaşlı çift de içinde. Sonra da kabahati üstlenmez, öldürün demedim ki, gereğini yapın dedim!...

Faust II, 1831’de tamamlandı, anlaşılmaz korkusuyla kitabı yayınlatmadı Goethe; ancak ölümünden sonra yayınlandı. Şimdi anlıyoruz ki, kitap 1830 öncesinin değil, onu takip eden iki yüzyılın hikâyesi imiş!

Fransız romancılar da para meselesi üzerinde epey duruyorlar, değil mi?

Gerçekçi romanı Stendhal ile başlatmak yerindedir, modern çağın başat gerçekliği de paradır, ekonomidir. Stendhal, akademik iktisatçılara parmak ısırtacak düzeyde teorik iktisat biliyordu. Fakat benim oyum yine de Balzac'a. Paraya hükmeden ve genelde Yahudi olan ölümsüz tipler yaratmıştır: Gobseck, Nucingen ve bilhassa Muhteşem Gaudissart. Bu sonuncusunun mali enstrümanlarına, 2008 küresel finans krizine yol açan Wall Street bankerleri bile henüz ulaşabilmiş değiller!

Fikir, Maddi Mallardan Önemlidir

Tefeci Gobseck ve Nucingen Bankası romanlarının 1940'larda tercüme edilip yayınlandığını hatırlıyorum, fakat Gaudissart'ı ilk defa duyuyorum.

Taşradaki Parisliler romanından söz ediyorum. Tâ 1832 yılında, 33 yaşında bir romancı, "geleceğin kazanç kaynağı maddi mallar değil, fikri mallar olacak" diyor, kahramanına "Yetenek İskonto Poliçesi" ihraç ettiriyor ve bir Fikri Yetenekler Bankası oluşturuyorsa, şapka çıkarmak lazım. Kurgu dediğin böyle olur işte; öyle kurgularsın ki, gerçek seni takip eder. Goethe gibi Balzac da “geleceği yazan” tarihçidir. Romanı özetleyecek olursam: Birkaç büyük finans kuruluşu ile anlaşan finans kurdu Gaudissart, çantasında yetenek iskonto poliçeleri ve iki dergiye ait abonelik kuponlarıyla Paris'ten yola çıkar. Uğradığı her kent ve kasabada, mesela şöyle konuşmalar yapar insanlarla: Ne iş yapıyorsun? Terziyim. Yılda ne kadar kazanıyorsun? Onbin Frank. Peki, bundan sonra kaç yıl çalışabilirsin? Otuz. Ha, demek ki 300 bin Frank kazanacak kadar kabiliyetin var. Ya maazallah bir kaza olur da, bu yeteneğini kaybedersen? İyisi mi gel, yeteneğini yılda yüzde üç primle sigorta edelim, bir kaza bela olursa, Banka sana 300 bin Frank ödesin. Böyle böyle tam iki milyon Franklık poliçe satıyor. Bu arada iki dergi için de abone topluyor, dergilerden biri Saint Simonculuğu savunan sosyalist bir yayındır. Yola çıkmadan önce birkaç hafta Saint Simonculuk kursuna gidiyor ve sosyalist fikirleri halka nasıl pazarlayacağını formüle etmeye çalışıyor. Balzac da 1830'larda, sosyalizmin bile ancak kapitalist pazarlama yöntemleriyle halka ulaştırılabileceğini öngörüyor! Finans işine geri dönersek, kahramanımızın yolunu sonunda Of gibi bir yere çıkarıyor Balzac. Gaudissart'ı dinleyen ahali "Ula uşak, bu işte ne puştluk var?" diye bakışıyor birbirine, sonra da onu meczup Margiritis'e yönlendiriyorlar. Her kelimeye başka bir anlam yükleyen Meczup, sadece dergiye abone olup, buna mukabil (hem de kendisine ait olmayan) iki bidon şarap satıyor Gaudissart'a. Hülasa, bu işler o kadar incelikli hale gelecek ki, finansçıların dilinden ancak deliler anlayacak, onların hakkından ancak deliler gelebilecek, demeye getiriyor Balzac.

Biraz da Türk romanına geçelim mi, Hocam?

Fransız defterini Zola'sız kapatmak olmaz. Üstelik onun münhasıran Para başlıklı bir romanı var. Üçkağıtçı kahramanına dinci bir banka kurdurtuyor!

Eh, bu durumda Zola'sız olmaz gerçekten. Şimdiden merak etmeye başladım.

Tazı Payı romanından hatırladığımız Arristide Saccard, arsa spekülasyonu ve çeşitli numaraları sonuç vermeyip, bakan olan olan kardeşi de elinden tutmayınca, yeni bir "proje" geliştirir. “Paris finans dünyası Yahudi tahakkümü altındadır”, der. “Buna ancak bir Katolik bankası kurarak son verebiliriz.” Önce el altından birkaç gazete kapatır ve kamuoyunu hazırlar: “Papalık Roma'da çok zor günler geçiriyor, Katolik dünyanın buna bir çare bulması lazım.” falan filan… Derken gazeteler Saccard'ın adamının İstanbul'da Osmanlı Sultanı ile görüştüğünü yazarlar. Mali açıdan sıkışık olan Sultan, iyi para verilirse Filistin'i satabileceğini söyler! Tam bu ortamda banka kurulur ve hisselerini dindar Katolik halk kapışır. Hisse fiyatları borsada tez zamanda katlanmaya başlar... Final: Fransız hükümeti mali krize girer, en büyük Yahudi bankerden kredi isterler. O da Bakan Bey’e, kardeşinin dinci bankasını batır, krediyi al demeye getirir. Ve banka batar...

Düşünün Zola gibi asla anti-Semitik olmayan bir toplumcu yazar, 1891 yılında böyle bir kurgu yayınlayabiliyor. Derdi ne acaba? Yazara böyle bir kurgu ilham eden ortam, nasıl bir ortam acaba? Para romanı 1947'de çevrilmiş Türkçeye, ne ikinci baskısı yapılmış, ne de kitaptan söz eden olmuş!

Tek Kişilik Memleket

Türkiye'ye gelebiliriz artık, değil mi?

Ahmet Midhat Efendi'ye demek istiyorsun her halde! Çünkü ondan başka para meselesini kavramış gözüken iktisatçı-romancımız yok. O da tam romancı sayılmaz. Halit Ziya yazabilirdi belki, fakat ne kurguladıysa 2. Meşrutiyete kadar kurguladı, sonrası uzun bir sessizlik… Paranın ve parasızlığın sosyal etkilerini resmedenler var tabii, fakat parayı, finansı anlamaya çalışan, Balzac'a nispet edebileceğimiz romancı yok. Tanpınar’ın iktisat bilgisi fazlasıyla makro kalıyor. Biraz Henry James’e benziyor Tanpınar, paranın mahiyetini ve nasıl kazanıldığını değil, daha çok sosyal anlam ve etkilerini işliyor. Şu da var ki, bir edebiyat tarihçisi değilim ben, hele Tanpınar sonrası Türk romanını çok az okuyabildim. Tanımadığım çok romancı var. Haklarını yemeyeyim…

Midhat Efendi’nin neredeyse her hikayesinde iş hayatından esintiler var. Müşahedat, Osmanlı teşebbüs zihniyetine dair hala en önemli “gerçekçi” romanımızdır. Ona nispetle Orhan Pamuk’un Cevdet Bey’i, Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ından Oryantalist bir uyarlama; neredeyse pastiş.

Midhat Efendi, Ahmet Metin ve Şirzad başlıklı eserinde (1892), ziraatten kazandığı paraları ya toprağa gömen yahut emin olduğu bir papaza emanet eden İhtiyar Andri ile oğlu Stefano arasındaki tartışmaları işler. Stefano’ya göre: “Bu haller vahşet eseridir. Bakınız Nemçeliler Yaş’ta bir banka açtılar. Parayı oraya yatırmalı. Bir yere para verilecekse oraya çek çekmeli!”

Hesaplarını hâlâ çetele ile görmeye alışık Andri için bütün bunlar anlaşılmaz şeylerdi. Fakat itirazlarına rağmen paralar bankaya yatırılır, çekler gider gelir, sene sonunda para faiziyle beraber biraz da şişer. Stefano bütün bunları babasına izah etmeye çalışıp, kazançlı çıktıklarını anlatmaya çalışsa da, İhtiyar Andri bu lakırdıları bir masal gibi telakki ederdi. Zira ortada para görmeyip yalnız bir kâğıt üzerinde çizgiler, rakamlar görüyordu ki, Andri için sarı sarı kırmıç altınlarını okşamayınca param var demek kabil değildi.

Anlaşılan Midhat Efendi modern para ve finans sistemini kavrayan nadir edebiyatçılarımızdan biri. Lakin neden bu kavrayış daha ileri derecelere yükselmemiş, adeta onunla beraber mezara girmiş?

Cevabı zor bir soru. Türk aydını benimsemediği bir şeyi anlamaya da çalışmıyor galiba. Avrupa’da bir şeyi benimsememe, anlama ve anlatmaya engel olmuyor. Fransa’da Balzac ve Zola, İngiltere’de Dickens, George Eliot, Gissing, Gaskell, Trollope; Amerika’da Dreiser, Howells, Norris, Dos Passos “yeni sistemi” hiç benimsemeden paraya dair çok büyük romanlar yazdılar. Bizde ise, para sistemi benimsenmemişse, genelde uzak durmak tercih edilmiş. İktisadi gerçeklik romana müsait değildi denemez, çünkü 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul borsasındaki “hava oyunları” Paris’tekileri aratmaz.

Tek hakiki Avrupacımız Ahmet Midhat Efendi yani?

Avrupacı demek fazla ileri gitmek olur; sistemi anlıyor fakat değer düzleminde asla benimsemiyor. Yeni para ve finans sistemini kavramasına kavramıştır Üstad, fakat zevk-i selimi bunu meşru görmeye elverişli değildir. Bankere sosyal sistem içinde o kadar zelil bir yer münasip görüyor ki, mesela fahişeler bile ona nispetle temiz kalıyor!

Altın Aşıkları'nı okudunuz mu? Midhat Efendi'nin iki Fransız tefeci kardeşi anlattığı bu roman, Paris'te yazılsa Zola'yı muhakkak gülümsetirdi. Gerek Balzac gerek Zola neticede bankerleri olumsuz tipler olarak tasvir ederler; üçkağıtçı, hatta kan emici. Lakin toplum içinde gayet itibarlı bir mevkileri vardır. Soylularla oturup kalkarlar, yaşlarının çok altında genç ve güzel kadınlarla evlidirler… Midhat Efendi’nin kurguladığı Michel Kardeşler de Balzac'ın tefecilerinden farklı değildir, lakin iş evlenmeye gelince, bakın neler oluyor: Binbir dolap ve hatta cinayet ile küplerini dolduran bankerlerin büyüğü nihayet evlenmeye karar verir, fakat aristokrat ailelerden yüz bulamaz. "Kibar aleminden kız bulamayacaksam, sıgar aleminden bulurum" deyip burjuva kızlarına talip olur, onlar da yüz vermezler. Sıradan halk kızlarına bile fit olur, fakat ne çare. Sonunda bir fahişeyle evlenmeye karar verir, aldığı cevap şudur: "Metresin olarak yaşamaya razıyım. Böyle yaşamakla bahtiyar dahi olurum. Fakat izdivaca gelince bu teklifini kabulden mazurum."

Osmanlı edibi, bu denli aşağılık tiplerin hikayesini mi yazacaktı? Olacak şey miydi bu? Oysa Avrupa’da roman tam da buydu. Aşağılık içindeki büyüklüğün keşfi…