Sayı 4 / Ahlâk - 23:40, 11 Ağustos 2016 Perşembe
ismail kara ile röportaj: pratik ahlâk üzerine

"Ahlâk meselesinde Nurettin Topçu istisnai bir yerde duruyor."

ismail kara ile röportaj pratik ahl k üzerine
ismail kara

Hocam, Düşünce Dergisi’nin bu sayısında “ahlâk” konusunu farklı açılardan ele almak; hem fikri düzlemde hem gündelik hayat pratiklerinde ahlâkı irdelemek istiyoruz. Bu zaviyeden yapılan çalışmalar genel olarak incelendiğinde, Türkiye’de ahlâk üzerine yapılan çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu alanda yapılan çalışmaların azlığını, Türkiye’de ahlâk problemi olmadığı şeklinde yorumlayabilir miyiz?

Azlığını mı yokluğunu mu? Türkiye’de bir vakıa olarak ahlâk çalışması, ahlâk meselelerine yoğunlaşma yok. Maalesef yok. Cumhuriyet döneminde hiç olmadı dersek yanlış olmaz. İşin enteresan tarafı, İlahiyat Fakültelerinde de ahlâk çalışmaları hem sayı hem muhteva itibariyle belli bir düzeye ve kaliteye ulaşmadı. Diyanet yayınlarında da öyle. Bu dikkat çekici hatta ürkütücü bir şey.

Niçin böyle acaba?

Bunun birkaç sebebinden bahis açılabilir. Muhtemelen en önemli sebep İslâm ve din meselesiyle alakalı olanıdır. Çünkü bu topraklarda laik ahlâktan bile bahsetseniz, etik ve moral da deseniz, ahlâk alanını dinden, İslâm’dan, gelenekten kurtarmanız, soyutlamanız mümkün değil. İkincisi Türkiye’de sahihlik arayışında olan bir ilim ve fikir ortamının, yerli bir çabanın olmayışını zikretmek lazım. Yarın bir sosyal tarihçi yapılan tezler ve yayınlanan kitaplar, makaleler üzerinden bir değerlendirme yapacak olsa Türkiye’nin o dönemde ahlâkî problemleri herhalde çok fazla değildi diyebilir. Halbuki vâkıa tam tersidir. Gerçekten dinî, toplumsal, siyasî alanlarda bu kadar ahlâkî problemimiz varken sahanın neredeyse tamamen boş olması düşündürücü.

Cumhuriyet öncesinde böyle değil, bu kadar değil. Ciddi bir arayış ve çeşitlenme var. Harun Anay [Prof. Dr., Marmara Üniversitesi] arkadaşımız, 300 civarında bir ahlâk kitabı künyesi çıkarmıştı bir ara. Bunların bir kısmı ilkokuldan üniversiteye kadar okutulan ahlâk ders kitabı. Ahlâkın bir ders olması da önemini ve yoğunlaşmayı artırıyor. Bugün felsefe bölümlerinde bile, ahlâk felsefesi önem atfedilen bir alan değil. Diğer kitapların bir kısmı dinî ahlâk merkezli, ulemanın, meşayihin kaleminden çıkma. Bir kısmı da batı dillerinden tercüme, uyarlama...

Batıda nasıl oluyor diye sorsak...

Laik ahlâk arayışı, batı düşüncesinde bu alanı farklı bir şekilde canlandırmıştı. Fakat kronolojik olarak bakıldığında II. Dünya Savaşı sonrasında hem akademide hem fikir ve sanat dünyasında ahlâk çalışmalarının ve tartışmalarının orada yeniden yükselişe geçtiğini görüyoruz. Çünkü insanın dinden bağımsız olarak bir ahlâk kurabileceği fikri, hümanizm düşüncesi, iki dünya savaşı ile iflas ediyor. Avrupa’nın büyük şehirlerinde kan gövdeyi götürüyor, insanlar birbirini, kendilerini yiyor. Bu, başka sebeplerle de birleşerek ahlâk meselesine yeniden bakmayı zaruri olarak gündeme taşıyor. Bu mesele ile uğraşanlar arasında laikler, papazlar veya akademisyen dindarlar da var. Üniversite, kilise, fikir ortamları bu mesele ile ciddi olarak uğraşıyor. 

Postmodernist akım bu sahayı soğuk savaş sonrasında bir daha canlandırdı. Bize epeyce farklı ve adeta bir moda gibi intikal etti, ama “öteki” meselesi esasında bir ahlâk problemi olarak vaz edildi. Birçok metin ve kitap yazıldı. Bunların epeyce bir kısmı Türkçeye de çevrildi. Ama nasıl bir karşılık buldu, diye sorarsanız cevabı yok.

İlahiyatlar ve Diyanet’in ilgisizliği de çok çarpıcı... Bunun sebepleri neler olabilir?

Bence esas sebep Türkiye’nin ve Müslümanların ihtiyaçlarıyla mütenasip bir kurucu fikre sahip olmayışlarından.

Bilmem bilir misiniz, 1965 yılında çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanununa, ahlâk kelimesi uzun münakaşalardan sonra dahil edilebilmiştir. Tabii bu müesseselerin kendilerini bu bakımdan niçin tamir ve tadil edemedikleri de önemli bir soru olarak önümüzde durmaktadır. 

Son yıllarda Marmara ve İstanbul İlahiyatlarda ahlâk alanı biraz canlandı sayılır. Osmanlı ahlâk kitapları hakkında epeyce tez yapıldı, çalışma grupları oluştu, bazı yayınlar oldu. Bu gelişmede bizim de bir miktar dahlimiz oldu.

Buradan Nurettin Topçu’ya geçersek, Topçu ahlâk alanını kendine mesele edinen müstesna şahsiyetlerden biri. Bu nasıl ve ne zaman oldu?

Sıçramaları istisnai insanlar yapar, bu doğru. Fakat istisna olmak değilse de, hep istisna kalmak iyi bir şey değil. Çünkü bu anlaşılmamaya ve sürdürülebilir unsurlar taşıyor oluştan çıkmaya sebebiyet verebilir.

Nurettin Hoca’nın istisnai denebilecek tarafları var. Avrupa’da felsefe dalında doktora yapan ilk Türk talebe. Ayrıca 25 yaşında bir delikanlı olarak çok başarılı bir tez veriyor. Fakat ahlâk çalışması daha önemli ve bereketli. “İsyan Ahlâkı” kavramsallaştırması ona ait. Yeni bir ahlâk düşüncesi inşa etmeye çalışıyor. Fakat Türk olduğu için Avrupa’da, İslâm’ı ve tasavvufu öne çıkardığı için Türkiye’de sürekli üzeri örtülüyor ve yakın senelere kadar sessizliğe terkediliyor. Tanpınar’ın sükût suikastı dediği cinsten.

Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr-mütedeyyin kesimin 1950’lerden itibaren dinsizlikle eşitlenen komünizm karşıtlığı üzerinden, giderek daha fazla Amerikanlaşmaya ve kapitalizme yakınlaşmaya doğru seyretmesi de Nurettin Topçu ile mesafenin açılması neticesini veriyor. Çünkü Topçu Hoca’nın bir ömür boyu savunduğu şey pragmatizm, pozitivizm ve sosyolojizmin sadece hakikat düşmanı olan üç felsefe değil fakat aynı zamanda ahlâk düşmanı olan üç felsefe olduğudur. Bu örtme işini de, siyasî merkezle birlikte bilerek bilmeyerek milliyetçi, muhafazakâr, dindar çevreler yapıyor. 65’lerden sonra İslâmcılar da bu çizgiye katılıyor.

Bir hususu da atlamayalım; biraz da dünyadaki gidişin ve Türkiye’nin savrulmalarının bir parçası olarak insanlar kurtuluşu veya ıslah-ı haletmeyi siyasette, devleti ele geçirmekte, kalkınmakta, sanayileşmekte, zenginleşmekte yani maddi yükselişte arıyorlar. Nurettin Topçu düşüncesinde bu unsurların öne çıkması en büyük tehlike olarak görülüyor. Şu cümleleri İslâm ve İnsan kitabından aktaralım:

Türlü sefaletlerle ihtirasların parça parça böldüğü hasta bir vücudu andıran İslâm dünyası, en bedbaht devirlerinden birini yaşıyor ve her İslâm memleketinde ruhlar birbirinden ayrılmış, birbirlerine saldırıyorlar. Her sene yüzbinlerle ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelmiyor. Bunun sebebi ne siyasî, ne iktisadî, ne de esasında ilmî ve fikrîdir. Bu halin sebebi İslâm’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan ahlâkın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan başka endişesi olmayan, ilkçağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar. Kur’an hârikası olan ilâhî ahlâk İslâm diyarında çoktan gömülmüştür.

Bir bütün olarak Topçu’nun fikriyatını ele aldığımızda ahlâk kavramı bu fikriyat için ne anlama geliyordu?

Topçu’nun bütünlük arz eden fikir dünyası ahlâk merkezlidir dersek yanlış olmaz. Onun ahlâk düşüncesi, iç içe üç ana kavramla inşa edilmiştir. Bunlar isyan, hareket ve iradedir. İsyan, mutlak itaata ulaşabilmek için tek tek anlamlı olan ara durakların kurallarının, emirlerinin bağlayıcılığından, onlara itaattan kurtulmak, onlara isyan etmektir. Tezinin başlığında geçen konformizm, zaten bu alt kademelere itaat, onlara bağlılık, onlarla uyum ve uzlaşma arama mânalarına gelmektedir. Bu ise, insanın yükseliş ve yücelişine veya kemâle erme ve tamamlanma arayışına ket vurmaktır veya alt kademelere razı olmaktır ki ahlâkdışılığın ta kendisidir. Bu mânada ahlâkî bir şahsiyet ve ferdiyet olmak peşindeki kişi kendi hisleri, arzu ve ihtiraslarını, ailenin, cemaatın veya milletin gelenekleri, örfleri ve alışkanlıklarını, insanlık değerlerini, devlet kurucusu veya devletin kurallarını, emirlerini aşmalıdır. Onların bağlayıcılığından, ferdiyeti sınırlayıcı, hürriyeti daraltıcı, esareti kuvvetlendirici etkilerinden sıyrılmayı başarmalıdır.

Bu kendisini aşarak daha üstün bir nizama, tabiatüstü âleme, yani birliğe atılmayı, Allah’a doğru yükselmeyi ifade etmektedir. İsyan ahlâkını anarşizmden ve bireycilikten ayıran şey de ebedî ve âlemşumül nizama bağlı olması, namütenahi kuvvete itaat ve Allah’a teslimiyetle nihayete ermesidir. Topçu’nun ifadeleriyle söylersek “bir hareket ancak kendi içerisinde baş kaldırdığı bir nizama karşılık yeni ve zorunlu olarak daha üstün bir nizamın iradesini taşıyorsa isyan adını alabilir”. Bir üst nizan yoksa anarşizm söz konusudur. Zaten hareket de gelişigüzel deprenme değil, ferdin kendi kendisini ve başka varlıkları bir üst mertebeye ve sonsuzluğa doğru değiştirmesi, taşımasıdır. İrade ise, insanın dıştan aldığı tesirleri karşılayan, ardından bir karara ve bir kararlılığa dönüşen ve nihayet hareket olarak dışa vuran bir kudrettir. Allah’a kadar yükselmek isteyen içsel, mistik bir kuvvettir.

Bu düşünce manzumesi, Topçu’nun döneminin siyasî merkezinden olduğu kadar milliyetçi-muhafazakâr çevrelerden de ayrılan taraflarına da işaret etmektedir. Çünkü bu çevreler tarafından toplumun yerleşik değerleri, örf ve âdetler, devlete itaat bir şahsiyet olarak insandan ve hürriyet fikrinden daha üstün bir yerde konumlandırılmıştır. “Hak yok vazife var”, “ben yok biz varız”, “iyi insan iyi vatandaş” sloganlarının bu türden ferdiyeti geriletici ve boğucu ciddi problemleri var. Malum Durkheim-Gökalp çizgisinin bir uzantısı olarak sadece “vazife”ye vurgu yapılmakta, ictimâî determinizme bağlı “cemiyet adamı” yahut “iyi vatandaş” aranmaktadır. Topçu şahsiyeti geri plana iten bu yaklaşımın kişi ve toplumları “sürü” haline getireceğini, ahlâkdışılığı besleyeceğini, insanın sonsuzluğa doğru hareket ederek yücelmesini dumura uğratacağını savunmaktadır.

Ahlâkı, tek bir zaviyeden bakarak tanımlamak ve değerlendirmek oldukça güç. Bu güçlüğe rağmen, siz, ahlâkı düşünce boyutundan öte eylemsel bir tavır olarak nasıl tanımlıyorsunuz?

Biz günlük dilde ahlâk dediğimiz zaman, daha çok bir tutumdan, bir davranıştan, bir hareketten bahsediyor gibi oluyoruz. Bu sınırlı anlama kısmen yanıltıcıdır, daha doğrusu meselenin bir tarafını gösterir. Ahlâk ilmi, ahlâk felsefesi meseleyi sadece böyle ele almaz. Ahlâk aynı zamanda insanın kendini anlaması, keşfetmesi, kendi üzerine eğilmesi, nefsini terbiye ederek yukarıya doğru çekmesi, içini derinleştirerek yükseltip yüceltmesi, iyiliklere temayülünü artırması, kuvvetlendirmesi demek. Bir başka şekilde söylersek beşerlikten insanlığa, fizyolojik bir yapıdan ruhî, manevi bir yapıya geçmek... Bunlar da bir eylem aslında.

Modernliği çok derin bir benimsemeyle içselleştirmiş bugünün insanı, ahlâkı hayatının neresinde konumlandırıyor? Bu yapıda ahlâkın, dinin yerini aldığı söylenebilir mi veya başka mefhumların ahlâkın yerini aldığı?

Weber, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu kitabını yazalı çok oldu. Kapitalizmin de bir ahlâkı var ve bütün insanlara bir ahlâk, bir yaşama üslubu dayatıyor. Bu, o kadar ince ayarlı yapılan bir şey ki, dinî olarak bile gözükebilir. Muhtemelen faizsiz bankacılık, finans kurumları, yatırım bankacılığı dediğimiz şeylerin böyle tarafları var. Tesettür defileleri ve başörtüsü modaları da böyle. Soru şu: Senedi, çeki vadesinde ödemek bir ahlâkî davranış mı yoksa ahlâksızlık mı? Eyüp semtini naylon palmiyelerle “süslemek” bir göz boyama ve ahlâkî tahribat mı yoksa bir hoşluk mu? “Vergilendirilmiş mal kutsaldır” ifadesinin ahlâkî bir yönü var mı? En alt düzeyde bile olsa modayı takip etmek nerede duruyor?

Bu sorular konumuz itibariyle ciddi sorular. Tehlikeli de...

Ahlâkın, bahsettiğimiz bu kontrolsüz değişen ve dönüşen dünya düzeninde hala muharrik bir güç olabileceğini düşünüyor musunuz?

İnsanın küfre, zulme rıza vermeyen, hayvanlaşmaya direnen bir tarafı hep vardır ve hep olacaktır. Önemli olan bu değil. Önemli olan bunun ne kadar insan tarafından paylaşılacağı, anlaşılacağı, baş üstü edileceği ve mücadelesinin verileceğidir.

Bugünün dünyasında daha zor bir iş ama imkânsız değil. Ayrıca insan olarak yaratılanın insan olmaya çalışması keyfî bir şey değil bir vecibe.

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” hadis-i şerif ’i ile bugünkü İslâm dünyasını birlikte ele aldığınızda nasıl bir manzara ile karşılaşıyorsunuz?

Dinlerin üç temel alanından bahsedilir; iman, ibadet, ahlâk. Fakat iman ve ibadetin de ahlâka doğru aktığını unutmamak lazım. Ahlâka dönüşmeyen, ahlâkı beslemeyen, ahlâk olarak tezahür etmeyen bir iman ve ibadet bize tam bir dinî çerçeve sunmaz. Belki tersi de doğru, ahlâk ibadet ve imanı tamamlar, bir bütünlüğe kavuşturur. Bu sebeple zikrettiğiniz hadis-i şerifi, dini tamamlamak olarak da anlayabiliriz.

Kelâm ilminde “amel imandan cüz değildir” diye temel bir ilke var, bu kendi sınırları içinde doğru. İbadet etmeyen kâfir olmaz demek istiyor. Fıkıh ve ahlâk ilminde, tasavvufta bu ilkenin tam bir karşılığı yok. Onun için Yunus büyük bir hakikatı haykırarak “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” yahut “Yetmişiki millete bir gözile bakmayan/ Halka müderris olsa hakikatte kâfirdir” diyebilmektedir.

İslâm dünyasının, bu arada memleketimizin büyük ahlâkî problemleri var. Bunlar elbette din anlayışı başta olmak üzere diğer alanlardan bağımsız değil. Ben daha büyük bir problem olarak büyük ve derin ahlâkî dertlerimizin kendileriyle mütenasip bir seviyede hissedilmemesi, fark edilmemesi ve ele alınmamasını görüyorum.

Hem farkındalık seviyesini artırmak hem de problemler üzerine kafa yormak konusunda, işin çok başlarında yani yetersiz bir düzeyde sayılırız. Onun için bilgi ve anlayış düzeyini artırmak, estetikle ahlâkı ilişkilendirmek yanında, bunun davranışlara, yaşama üslubuna, topluma, insanlığa nasıl yansıyacağı konusunda da yoğun ve sürekli çabalar sarf etmekle mükellefiz.