18 Mart 2024

  • Paylaş
türkçeye tercüme edilen ilk uluslararası hukuk kitabı: vattel’in hukûk-u nâs’ı (le droit des gens)

Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.

Tanzimat sonrasında yenileşmeye ve batıya olan ilgi hemen her alanda etkisini göstermişti. Devlet ve toplumun bütün unsurlarını ilgilendiren bu hareketlilik, kılık kıyafetten, edebiyata, sanattan eğitime kadar çok çeşitli sahalarda aktif bir biçimde gözleniyordu. İlgi çekici olan hususlardan biri klasik dönemdeki kitap ve medrese üzerinden ilerleyen entelektüel paylaşım sürecinin, Tanzimat sonrası süreli yayıncılıkla bambaşka bir boyut kazanmış olmasıdır. Kitap kültüründen dergi ve gazete yayıncılığına geçiş, “fikriyatın yayılış hızının artması” bakımından son derece önemli bir rol oynamıştır. Zira matbaanın varlığı ve baskı tekniğindeki gelişmeler, yaygın etkinin sağlanması için büyük bir imkân sunuyordu. İlk olarak yayın hayatına resmî gazete hüviyetindeki Takvîm-i Vekâyi başladı, ancak 1860’lara gelindiğinde Tercümân-ı Ahvâl ve Tasvîr-i Efkâr’la birlikte İbrahim Şinâsi sivil gazetecilik dönemini başlatmış oldu. ‘Sivil gazetecilik’ terimi, resmî gazetenin tabiatı gereği devlet politikasına paralel bir editöryel çizgi takip etme zorunluluğunun aksine yazarların kendi ilgi ve eğilimlerine göre telif ve tercüme yazılar kaleme aldıkları ve bu yazıların yayımlanmasına imkân sunulabilen bir neşriyat alanına işaret etmektedir. Elbette Âgâh Efendi, Nâmık Kemâl gibi isimleri de bu çabanın içerisinde zikretmek gerekir. Ancak Şinasi’nin, tefrika kültürünün benimsenmesi ve yerleşmesi için ciddi gayret gösterdiği anlaşılmaktadır. Hatta öyle ki Şinâsi gazetenin asıl neşredilme gayesinin, içerisinde yayınlanan bu tefrikalar olduğunu düşünmektedir. Gazetenin içerisinde basılan ve kesilerek kitaplaştırılabilen bu ayrı bölümlerde çok sayıda kitap neşreden Şinasi, gerek doğu gerekse batı lisanlarından Türkçeye yaptığı tercümelerini gazetenin periyodik neşri süresince peyderpey yayımlayabilmiştir. Her ne kadar bu sürecin ‘klasik dönemin kitap kültüründen kopuş’ olarak değerlendirilebilecek bir tarafı bulunsa bile, çağdaş dönemin ‘malumat aktarım aracına’ dönüşen gazetecilik anlayışından son derece farklılık gösteren bu yaklaşım biçimi, günümüz yayıncılık sınırlarıyla anlaşılması zor bir işi başarmıştır. Bu bağlamda verilebilecek örneklerden bir tanesi de Şinasi’nin yayımladığı çok sayıdaki eserden biri olan İsviçreli hukukçu Emer de Vattel’in (1714-1767) İnsanların Hukuku; veya Milletlerin ve Hükümdarlığın İşlerine ve Davranışlarına Uygulanan Doğal Hukuk İlkeleri (Le Droit des Gens; ou Principes de la loi naturelle appliqués à la conduite & aux afaires des Nations & des Souverains) adını taşıyan eseridir. Eser, kısa adı olan Le Droit des Gens, Hukûk-ı Nâs ismiyle peyderpey tercüme edilerek Tasvîr-i Efkâr’da neşredilmiştir. Cemil Bilsel’in Devletler Hukuku’nda belirttiğine göre Türkçeye tercüme edilen uluslararası hukuka dair ilk eser, Vattel’in söz konusu kitabıdır.



Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Düşünce Dergisi'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.

  • Paylaş

Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.

1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.

prof dr mehmet narlı ile röportaj quot roman cumhuriyet öncesi-sonrasıbugünü

Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.

prof dr saadettin ökten ile röportaj quot şehri kuran değerler

Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır

Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.

prof dr iskender öksüz ile röportaj quot devletin ideolojisi dönüşümü

Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.


En Çok Okunanlar