18 Mart 2023

  • Paylaş
ailede toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümü: erkeklik ve babalık

Aile, sadece modernleşme projesinin odağında yer aldığı için değil günümüz Türkiye’sinde hala bireylerin en çok güvendiği ve en çok bağlı olduğu kurum olması açısından da önemlidir.

Günümüzde toplumsal cinsiyet alanındaki çalışmalarda genellikle kadın sorunları eksenli bir literatür daha ağır basmaktadır. Zira modernleşmenin getirdiği makro toplumsal dönüşümlerin genellikle kadınların toplumsal cinsiyet rollerini değiştirdiği ve bunun da aileyi etkilediği vurgusu öne çıkmaktadır. Ancak toplumsal cinsiyet alanındaki dönüşümlerin, yalnızca kadını ve onun kadınlık ve annelik rolünü değil aynı zamanda erkeği ve onun erkeklik ve babalık rolünü de dönüştürdüğü bilinmektedir. Bu gerçek son yıllarda erkeklik çalışmaları (masculinity studies) olarak bilinen alanın Türkiye’de de gelişmesine zemin hazırlamıştır. Her ne kadar henüz kadın çalışmaları ve feminist çalışmalar kadar müstakil bir alan haline gelmemiş olsa da erkeklik çalışmalarının da erkeği ve onun toplumsal cinsiyet rollerini (erkeklik, babalık vb.) bir araştırma problemi olarak incelediği çalışmalar yaygınlaşmaktadır. Kadın ve toplumsal cinsiyet alanındaki çalışmalar büyük ölçüde kadın hareketleriyle ya da feminist hareketlerle beraber gelişirken buna uygun olarak aynı zamanda bir politik mücadele alanı şeklinde de ortaya çıkmıştır. Örneğin 1980’lerden sonra yükselen başörtüsü mücadelesi İslamcı harekete mensup kadınların taşıyıcısı olduğu bir özgürlük ve eşitlik mücadelesinin en önemli eksenlerinden biri haline gelmiştir. Aynı şekilde günümüzde aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddete karşı kadın hakları savunucularının ve feminist grupların mücadelesi neticesinde kadın çalışmaları yalnızca sosyal bilimlerde bir alt dal olarak değil aynı zamanda politik bir mücadele olarak şekillenmiştir. İşte bu politik mücadelenin bir parçası da kadın çalışmalarının veya erkeklik çalışmalarının ayrı bir alan olmasının dışında, bizatihi ülkede yaşanan gelişmelerin sosyal ve kültürel tarihini feminist bir metodolojiyle ya da bütünüyle toplumsal cinsiyet boyutunu göz önüne alan bir yaklaşımla yeniden yazmak olarak anlaşılmaktadır (Durakbaşa, 2008: 17; Günindi Ersöz, 2016: 13-14).

Gerçekten de toplumsal cinsiyet alanında yaşanan dönüşümleri dikkate almadan yapılan bir sosyoloji ya da yazılan tarih bir hayli eksik kalacaktır. O yüzden Türkiye’de bilhassa 1980’lerden sonra hem tarih yazımı alanında hem de sosyoloji alanında bu tarz bir perspektifin yaygınlık kazandığı söylenebilir. Bununla beraber gündelik hayattaki kadınlık ve erkeklik deneyimleri ve bunlar vasıtasıyla toplumsal gerçekliğin nasıl farklı şekillerde inşa edildiği sorunu toplumsal cinsiyet eksenli bir yaklaşımın temelini oluşturmaktadır. Bunu yaparken araştırmacılar yalnızca feminist teoriden değil aynı zamanda çatışmacı yaklaşım, sembolik etkileşimci yaklaşım ve işlevselci yaklaşım gibi farklı teorik perspektiflerden de yararlanmaktadırlar. Bu anlamda toplumsal cinsiyet eksenli yaklaşımların hem feminist teoriye hem de adı geçen diğer teorik yaklaşımlara da ciddi revizyonlar yaptığı ve katkılar sağladığı görülmektedir. Örneğin toplumsal tabakalaşmaların nihai şekillenmesinde yalnızca sınıf faktörünün tek başına belirleyici olmadığını ve cinsiyet, ırk, renk, yaş, ulusal ve kültürel kimlik gibi faktörlerin de sınıf ekseniyle bir araya gelerek toplumsal tabakalaşmayı ve eşitsizlikleri belirlediğini ve bunların birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini vurgulaması, kesişimsellik (intersectionality) olarak bilinen yaklaşımı doğurmuştur ve bu yaklaşım hem çatışmacı teoriye hem de feminist teoriye farklı bir pencere açmıştır. Nitekim Amerikan toplumu bağlamında bakıldığında kadınlar, kadın olmanın dışında ayrıca beyaz, siyah, köle veya işçi olma gibi kimlikleri taşırken Türkiye’de de başörtülü kadın olmak, işçi kadın olmak gibi kesişen kimliklerin yaşadığı sorunlar, kadınların kamusal hayatta daha fazla yer almaya başladıkları 1980’li yıllardan sonraki dönemde tecrübe ettiği eşitsizlikleri anlamada kesişimsellik yaklaşımının açıklayıcı olduğunu göstermektedir. Öte yandan yine gündelik hayatın mikro-grup deneyimlerine odaklanan sembolik etkileşimci yaklaşımın da cinsiyet ve aile ilişkilerinin anlaşılmasında kesişimsellik yaklaşımından çok şey öğrendiği ve kadınların gündelik yaşam deneyimlerinin bu konuda önemli bir çalışma alanı oluşturduğu bilinmektedir. Siyah kadının gerçekliğinin toplumsal olarak nasıl inşa edildiğinin veya kadınların daha kırılgan ve dezavantajlı konuma itildikleri bir dünya gerçekliğinin nasıl inşa edildiğinin cevabını aramaya çalışan bu yaklaşımlar, toplumsal cinsiyet rollerinin sosyal gerçekliği nasıl şekillendirdiğini anlamada farklı teorik çerçeveleri kullanmanın sunduğu imkanları göstermektedir (Collins, 2002: 99; Smith, 1987: 185). Ayrıca bu sosyal gerçekliğin anlaşılması güçlendirme temelli yaklaşımların daha etkin olabilmesinin önünü açmaktadır, zira hem Smith hem de Collins gibi birçok feminist kuramcı ya da kadın eksenli toplumsal cinsiyet çalışan sosyal bilimci, güçlendirme (empowerment) yaklaşımını sürecin anlaşılması neticesinde uygulanması gereken politik programın temel ilkesi olarak görmektedirler. Bu çalışmada daha çok toplumsal cinsiyet alanındaki değişimlerin aileye etkisi, daha özelde ise erkeklik ve babalık rollerinin nasıl dönüşüm geçirdiği ve bunun aile içindeki görünümleri değerlendirilmeye çalışılacaktır. 

 

Yazının devamı Düşünce Dergisi'nin "Aile" sayısında...

 



Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Düşünce Dergisi'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.

  • Paylaş

Geleceğe dair çıkarımlar bugünden bağımsız olarak yapılamazlar. “Olmakta olan nedir?” sorusu, geleceği tahayyül etmeyi de kolaylaştırır. Bir gelecek, şimdi burada olmayan bir geleceğe, olmayan o yere dair tahayyül olan ütopyalar ve distopyalar da şimdinin tarihi olarak nitelendirilirler.

Dijitalleşme ile birlikte aileyi bir araya getiren dinsel ritüeller de sekteye uğramaktadır. Dijitalleşmenin kutsal değerler üzerinde uyguladığı baskı nedeniyle ailevi dayanışma giderek zayıflamaktadır. Bugün gençler, fiziki mekândan kopuk bir şekilde siber evrende evsiz ve sanal bir varlık olarak yaşamaktadır.

TikTok’ta ailelerin ürettiği içeriklere bakıldığında her gün binlercesi üretilen ve yayınlanan bu içeriklerle aile içi ilişkilerdeki kültürel normların olumsuz yönde dönüşeceğini söylemek mümkündür. Şöhrete erişme isteğini de içinde barındıran paylaşılan içerikler, bireylerin bu uğurda aile mahremiyetlerini hiçe saymalarına sebep olmaktadır. Bu durumun ahlaki yozlaşmayı da beraberinde getireceği şüphesizdir.

Reality şovlar o dönemde yalnızca ünlülerin hayatının kamuoyuyla buluşturulduğu, bir anlamda halkla ilişkiler işi olmaktan çıkıp tek bir ailenin boşanma sürecinin konu edildiği, “ucubelerin”, dezavantajlı insanların hayatlarını resmeder bir hale geldi. Bu anlamda 1970’li yılların dönüşüm süreci, reality şov programlarına kapı araladı.

Savaş sebebiyle göç eden aileler daha çok sorunlarla muhatap oluyorlar elbette. Bunlar aile birliğinin bozulması, yolda karşılaşılan güçlükler, ölümler, çocuk, kadın ve erkeklerin kaçırılması, resmi ve gayrı resmi geçişler, göç edilen ülkede yaşanan başlıca ekonomik, kültürel, psikososyal zorluklardır.

Siyasal aile konusu, esaslı şekilde ilk olarak İbn Haldun tarafından ele alınmış konulardan biri olarak karşımıza çıkar. Nitekim Haldun’a (Hassan, 2015, s. 207-209) göre devletin kurucu gücü asabiyete dayanır. Asabiyet ise devleti kuran insan gücünün aile bağlarına gönderme yapar. Diğer tabirle bu bir “kandaşlık” vurgusudur.


En Çok Okunanlar