İnsanlık, tarih boyunca daha etkili ve hızlı biçimde iletişim kurabilmek için çabalamıştır. İletişimin sözden yazıya, yazıdan matbaaya, matbaadan radyoya, radyodan televizyon ve internete uzanan serüveni bu ihtiyacın göstergeleridir. Teknolojik evrimin izleri iletişim teknolojisinin gelişmesi üzerinden rahatlıkla okunabilmektedir. İletişimin teknolojisinde yaşanan gelişmelerin yegâne amacı ise hızlı ve etkili bir haberleşmeye ulaşmaktır. Hızlı haberleşmeye duyulan ihtiyaç özellikle kriz dönemlerinde en üst noktaya ulaşmaktadır. “Muhabere olmadan muharebe olmaz.” sözü iletişimin özellikle kriz dönemlerinde ne denli önemli olduğunun altını çizmektedir. Bu noktadan hareketle matbaadan internete kadar birçok kitle iletişim aracının temelinin, propaganda ve etkili iletişim ihtiyaçlarını karşılamak üzere kriz dönemlerinde atıldığını söylemek mümkündür. Ancak bu araçlardan arşiv ve tarih yazımı bakımından en talihsiz olanı radyodur.
1880’lerin sonunda Heinrich Hertz’in elektromanyetik dalgalarla elektriğin iletilebileceğini keşfetmesi, radyoya giden ilk adım olmuştur. Elektromanyetik dalgalar yoluyla iletişime geçme yöntemi önceleri gemilerin haberleşmeleri için kullanılmış, 20.yy.’ın ilk yıllarında ise amatör olarak radyoculuk başlamıştır.
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.