Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde sağlık teşkilatlanması askeri ve sivil sağlık hizmetleri olarak iki ayrı kategoride düzenlenmişti. Sivil halkın sağlık hizmeti ihtiyacı serbest çalışan hekimler, cerrahlar, dişçiler, kırık-çıkıkçılar gibi meslek grupları tarafından ücret mukabilinde karşılandığı gibi, muhtaç durumdaki halka çeşitli vakıfların kurduğu görkemli darüşşifalarda ücretsiz sağlık hizmeti de sunulmaktaydı. Askerlerin tıbbi bakım ihtiyacının karşılanması için ise ordularda hekimler ve cerrahlar istihdam ediliyordu. Ayrı bir düzenleme olarak, saray halkının sağlık işleri için de sarayda özel hekim ve cerrahlar görevlendiriliyordu. Tüm ülke sathındaki sağlık hizmetleri ise saray hekimbaşısı tarafından idare ediliyordu.
XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa’da ortaya çıkan yeni tıbbi gelişmelerin etkisi ile Osmanlı Devleti’nde bir yandan tıbbi düşüncede dönüşüm gerçekleşirken diğer yandan sağlık teşkilatlanmasında çeşitli düzenlemeler yapılmıştı. Önceleri bazı aydın hekimler Avrupa’daki yeni tıp düşüncesinin anlaşılması ve tanıtılması amacıyla münferit çalışmalar yürüttü. Ancak bu çabalar, yeni tıp bilgisinin Osmanlı hekimleri arasında yaygınlık kazanmasına yeterli gelmedi ve Osmanlı tıp sistemi, değişen paradigmaya ayak uyduramadığından özellikle askeri sağlık hizmetlerinde zamanla yetersiz kalmaya başladı. Osmanlı ordusu son dönemlerinde girdiği savaşların çoğunda askerini, yaralanmalar yanında bulaşıcı ve salgın hastalıklardan kaybeder olmuştu.
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.