Okuyucuların çoğu, “kendi hukukumuzu bıraktık, Batı’nın hukukunu aldık” gibi cümlelerle başlayan analizlere aşinadır: Oralarda bir yerlerde, mevcut kokuşmuş ve yabancı düzenin yerine bir çırpıda ikame edebileceğimiz; hazır, özgün ve muhteşem bir alternatif düzen vardır. Ne var ki birileri, o düzenin tekrar kurulmasına müsaade etmiyordur. O düzenin tekrar kurulacağı güne kadar yapılması gereken, mevcut kokuşmuş ve yabancı düzenin boşluklarından azamî ölçüde istifade ederek, bizi (?) ve bizden olanları (?) güçlendirmektir. Yaklaşık üç asırdır -haklı olarak- biriktirdiğimiz antiemperyalist öfkeye ve hemen hemen bütün insan topluluklarında gözlenen özgünlük (farklı olma, özel olma) arzusuna hitap eden bu söylem, muhtelif tonlarıyla, bilhassa kendisini siyasî yelpazenin sağında konumlandıran (muhafazakâr ve/veya dindar olarak nitelendirilen) çevrelerde son derece geniş karşılık bulmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrından Cumhuriyet’in ilk on yıllarına uzanan zaman aralığı boyunca, Avrupa ülkelerinde yapılmış birçok kanunun, tercüme edilerek Türkiye’de yürürlüğe konulduğu bir vakıadır. Peki, literatürde iktibas / resepsiyon adı verilen söz konusu vakıa, yukarıda örneklendirilen ve ülkemizde hukuka riayet kültürünün oluşmasını engelleyen söylemi bütünüyle haklı kılmaya yeter mi? Bir hukuk sisteminin millî olması ne anlama gelir? Hukukun millîliği ile özgünlüğü arasında nasıl bir ilişki vardır? Tamamen veya büyük ölçüde özgün bir hukuk yaratmak mümkün müdür? Yüzüncü yaşında Cumhuriyet, hukukun millîliği açısından hangi noktadadır?
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.