18 Mart 2024

  • Paylaş
prof.dr. saadettin ökten ile röportaj
prof.dr. saadettin ökten ile röportaj "şehri kuran değerler sistemi, osmanlı ve cumhuriyet şehirleri"

Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır

Bir şehrin kurulması ve onun şekillendirilmesi, onu inşa eden bireyin zihniyetinden bağımsız düşünülemez. O zihniyet, zincir halinde bir kurguya temel oluşturur ve atılan bu temel üzerine belki yüzyıllar sürecek, değişmesi güç ve içinde yaşayan insanların da değerler sistemine etki eden yapılar kurar. Şehrin zihniyetle bu yakın ilişkisini Prof. Dr. Saadettin Ökten ile konuştuk. Bu kapsamda Osmanlı şehirlerine hakim olan sistemi, Cumhuriyet tecrübesindeki zemini, bugünün şehirlerini ve bugünün şehirlerinin insanın düşünce dünyasına etkilerini konuştuk.

Cumhuriyet’in hangi ideali/felsefesi şehirlerimize yansımıştır? Cumhuriyet’in başkenti Anakara ile Osmanlının başkenti İstanbul arasında bu açıdan nasıl bir fark vardır?

Cumhuriyetin kurucu özneleri Ziya Gökalp’in Türkleşmek, muasırlaşmak ve İslamlaşmak üçlüsünden sadece Türkleşmeyi ve muasırlaşmayı dikkate almışlar, İslamlaşmayı hem ihmal etmişler hem de ciddi bir şekilde geri plana itmişlerdir. Cumhuriyet seçkinlerinin Türkleşmek hususundaki adımları yüzyıllar boyu devam eden Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı mirasını göz ardı ederek Orta Asya’daki başlangıç dönemlerine referans vermek olmuştur. Muasırlaşmaktan anlaşılan husus ise sadece teknolojik bir ilerlemedir. O zamanki tabirlerle muasır medeniyet denilen olgunun gerçekte modernite olduğu ve bunun da Rönesans’la başlayan ve aydınlanmayla devam eden süreçte özgün bir insan tipi tarafından ortaya konduğu gördüğüm kadarıyla anlaşılamamıştır. Cumhuriyetin muasır medeniyet anlayışı daha doğru tabir ile modernite telakkisi, Osmanlı döneminde yetişen moderniteyle belki bir miktar yüzeyde ve uzakta temas eden seçkinler üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Arka planı anlaşılmadan uygulamaya konulan muasır medeniyet anlayışının tipik örneği Cumhuriyet’in başkenti Ankara şehrinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yıldırım Bayezid’in Ankara’da aldığı mağlubiyetten sonra adeta kendi tabii seyrine terkedilen Ankara mütevazı bir orta Anadolu şehriydi. Kadim zamanlarda ciddi anlamda bir ticaret ve kültür merkezi olmamıştı. Bunu şehirdeki dokudan çok rahat anlıyoruz. Bir şehri tanımlayan anıtsal yapılar o şehre kimlik ve hayatiyet kazandırır. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Ankara, dönemin Konya’sı, Bursa’sı, Sivas ve Kayseri’si ile mukayese edilemezdi. İşte bu şehre Cumhuriyet elitleri modern mimariyi uygulamak isterler. Bunun için bu mimarinin Avrupa’daki temsilcilerinden biri olan Clemens Holzmeister’i davet ederler. Viyanalı profesör bu davete icabet etmez. Uzun ısrar ve takipler sonucu asistanı Ernst Egli’yi gönderir. Cumhuriyet’in başkenti Ankara Ernst Egli eliyle modernitenin temsilcisi olan binalarla tanışır. Şehir dokusundaki yerlilik ve yerellik bu modern binalarla tam bir tezat teşkil etmektedir. Aynı dönemde İstanbul, önceki uzun yüzyılların anıtsal yapılarıyla donatılmış olmakla beraber bakımsız ve haraptır. Ancak kent dokusu itibariyle anıtsal yapıları yani külliyeleri ile burada sakin olan İstanbullularla tam bir ahenk içindedir. Yahya Kemal’in Koca Mustafapaşa şiirinden önce şehirdeki pitoreski ve ardından bu medeniyetin ahengini estetik bir boyutta hissedebilirsiniz.



Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Düşünce Dergisi'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.

  • Paylaş

Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.

1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.

prof dr mehmet narlı ile röportaj quot roman cumhuriyet öncesi-sonrasıbugünü

Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.

prof dr saadettin ökten ile röportaj quot şehri kuran değerler

Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır

Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.

prof dr iskender öksüz ile röportaj quot devletin ideolojisi dönüşümü

Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.


En Çok Okunanlar