18 Mart 2024

  • Paylaş
türkiye cumhuriyeti’nin milli kimlik sütunları ve dört harici siyaset tarzı

Atatürk döneminde kültürel bir Batılılaşma dönüşümü yaşanmış olsa da Batı-merkezli ve bu havzaya ram olan bir dış siyaset takip edilmemiştir. Daha çok ülkenin bütünlüğünü ve sınırlarını korumak adına Osmanlıdan tevarüs edilmiş olan “savunmacı gerçekçilik” ve “aktif izolasyonizm” politikası takip edilmiştir.

Modern dönemde devletler egemenliklerine tabi olan insanlara, yani vatandaşlara dışsal olan birer organizasyon olarak düşünülemezler. Milli devlet paradigmasının en temel amillerinden bir tanesi milletin devlete mündemiç olduğu varsayımıdır. Başka bir ifadeyle milli devlet, söz konusu toplumun örgütlenmiş ve kurumsallaşmış tezahürüdür. Günlük pratiklerde nominal dahi olsa toplumu oluşturan bireyler teker teker milli devletin paydaşı sayılırlar. Bu durum haliyle devleti renksiz bir mekanizma olmaktan çıkarır ve mevzu bahis olan milletin kimliğinin taşıyıcısı haline getirir. Her ne kadar devlet bireylerin toplamından neşet etse de özellikle diğer devletler ile ilişkilerinde yekpare bir özne olarak değerlendirilirler. Uluslararası ilişkilerin bugün de hâkim olan geleneksel telakkileri bize, devletlere birbirleriyle ilişkilerinde bütüncül bir özne, tekil birey olarak muamele etmemiz gerektiğini söyler. Devletlerin de tasavvur edilen cemaatler olan milletlerin mücessem bir hali olduğunu hesaba kattığımızda, modern dönemde devletlerarası ilişkiler için neden “uluslararası ilişkiler” ifadesini tercih ettiğimizi idrak etmiş oluruz. O halde nasıl bireylerin diğer insanlarla kurduğu münasebetler kişinin kimlik ve niteliklerine tabiyse, bu tekil birey kabul edilen milletlerin ya da devletlerin de diğerleri ile kurdukları ilişkilerin belirleyicisi kendilerini tanımlama biçimleri ve nitelikleri olacaktır.

Bir şahsın biricikliği diğer insanlarla paylaştığı kategorik kimliklerin, niteliklerin ya da sıfatların farklı derecelerde tek bir öznede imtizacıdır. Bir insan kumral, asabi, kadın, Nikaragualı vs. olabilir. Ancak bu kimlik, nitelik veya sıfatlar sadece bu insana ait değildir. Paylaşılan özelliklerden bilhassa kimlikler, ortaklık olan insanlarla ilişkilerde olumlu ya da olumsuz çeşitli sonuçlar doğurabilir. Aynı şekilde bir millet Batılı, Arapçanın bir lehçesini konuşan, demokrasi ile idare olunan, seküler bir kültüre sahip olabilir. Yine bu özellikler de bu millete münhasıran ait değildir. Milletlerin mümessili devletler de toplumlarının bu renklerini muhtelif tonlarda temsil ederler. Benzerlik ve farklılıklar, özellikle kimlik hususlarında, milletlerarası münasebetlerde çeşitli sonuçlar doğurabilir. Nitekim Uluslararası İlişkiler alanyazını da bilhassa Soğuk Savaşı takip eden yıllarda bu kimlik meselelerini kuramsal olarak incelemeye ve dünyada olan olayları kimlik perspektifinden açıklamaya yönelmiştir.



Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Düşünce Dergisi'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.

  • Paylaş

Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.

1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.

prof dr mehmet narlı ile röportaj quot roman cumhuriyet öncesi-sonrasıbugünü

Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.

prof dr saadettin ökten ile röportaj quot şehri kuran değerler

Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır

Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.

prof dr iskender öksüz ile röportaj quot devletin ideolojisi dönüşümü

Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.


En Çok Okunanlar