15 Mart 2024

  • Paylaş
prof. dr. ayhan bıçak ile röportaj
prof. dr. ayhan bıçak ile röportaj "cumhuriyetin kurucu felsefesi, düşünce dünyası ve devraldığı miras"

Osmanlı geleneği, diyalektik düşünce üretme, yani sorunun üzerinde farklı açılardan tartışarak sorunları çözecek kuramsal düşünceler üretme geleneği oluşturamamıştır. Şimdi dahi aynı sorunu yaşıyoruz. Cumhuriyet Dönemi’nde düşünce üretimimizin en önemli eksikliği, tarihsel düşünceyi yeni düşünceler üretmek üzere kullanamamaktır.

Düşünce Dergisi olarak Cumhuriyet’in 100. yılında modernleşmede kat ettiğimiz yolu ve felsefede geldiğimiz noktayı değerlendirmek istedik. Cumhuriyetten bugüne felsefi düşünüşümüzün nasıl biçimlendiği, devlet felsefemize etkileri, Osmanlı ile başlayan modernleşme sürecinde felsefenin kendine nasıl bir yer edindiğini ve bugüne aktarılan felsefi mirasa ilişkin İstanbul Üniversitesi Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan Bıçak ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Tarih felsefesinden siyaset felsefesine, devlet felsefesinden Türk Düşüncesine uzanan bir perspektifte modernleşme serüvenimizin felsefi boyutlarını ele aldık.

Cumhuriyet’in 100. yılında bulunduğumuz konumu ve Cumhuriyet Dönemi kazanımlarını değerlendirmek isteriz. Bunun için öncelikli olarak Cumhuriyet’in devraldığı miras hakkında konuşmak gerekir. Cumhuriyet Dönemi düşünürleri nasıl bir miras devraldı? Devraldıkları felsefi birikim ve temayüller nelerdi?

Öncelikle Cumhuriyet’in mirasını iki farklı kaynaktan aldığını söyleyebiliriz. Birincisi, İslam düşüncesi üzerinden gelen, Osmanlının klasik döneminde kendine has biçimlenen bir miras var. İkinci olarak da, Cumhuriyet öncesinde başlayan ve modernleşme sürecinden gelen bir mirastan bahsedebiliriz. Aslında modernleşme ile ilgili 170 yıllık bir birikime sahibiz. Bu, klasik dönem Osmanlı düşüncesi mirasından daha güçlüdür. Ancak Cumhuriyet Dönemi’nde düşünce üretimimizin en önemli eksikliği, tarihsel düşünceyi yeni düşünceler üretmek üzere kullanamamaktır. Modernleşme aslında sadece Türkiye için değil dünyanın tümü için geçerlidir. Birincil anlamıyla da modernleşme, Avrupa’nın kendisinin modernleşmesidir. Avrupa’nın modernleşmesi 400 yıl sürmüştür. Rönesans ile birlikte 1500’lerde başlamış ve 1850’lerde bitmiştir. Yani Avrupa birdenbire modern olmamıştır, arkasında çok uzun bir süreç vardır. Bizim modernleşmemiz ise, 1773’te ilk modern mektebin kurulmasından bu tarafa yaklaşık 250 yıldır devam etmektedir. Bu süreyi Avrupa ile kıyasladığımızda çok daha kısadır. Bundan daha önemlisi ise söz konusu bu 200 yıllık sürede çöküş döneminde olmamızdır. Avrupalılar yükselme dönemini yaşıyorken modernleşmişlerdir, biz de ise tam tersi. Kısaca modernleşme sürecimiz hem Avrupa kadar uzun değil hem de onlara paralel de gitmiyor. Yükseliş döneminde modernleşmenin etkisi ve gücü artarken, çöküş döneminde yavaşlamış ve engellerle karşılaşmıştır. Bunu maalesef bizim tarihçilerimiz görüp değerlendirmiyor.

Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin Cumhuriyet sayısında...

 



Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Düşünce Dergisi'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.

  • Paylaş

Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.

1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.

prof dr mehmet narlı ile röportaj quot roman cumhuriyet öncesi-sonrasıbugünü

Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.

prof dr saadettin ökten ile röportaj quot şehri kuran değerler

Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır

Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.

prof dr iskender öksüz ile röportaj quot devletin ideolojisi dönüşümü

Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.


En Çok Okunanlar