Cumhuriyetimizin 100. yılı vesilesiyle yürütülen faaliyetlerde uzun yolculuğumuz pek çok cepheden masaya yatırıldı. Tartışmalardaki baskın yaklaşımın ‘tarihi kopuş/tarihten kopuş’ tezi olduğunu söylemek mümkündür. Asırlık maceramızın seyrine bakıldığında bu bakış açısını bazı yönlerden belirli ölçülerde destekleyecek politikaların ve tarihi verilerin varlığı bir gerçektir. Ancak, genellikle bugünden geriye doğru kurgulanan bu tarihsel perspektifin mutlaklaştırılması devamlılıkları görünmez kılmakta, gerçek kırılma anlarını tespit etmemizi ve sebeplerini anlamamızı da zorlaştırmaktadır. Bu yüzden makalemizde, Cumhuriyet yolculuğunun başlangıç safhasına odaklanılacak ve kurucu temellerin yaslandığı ‘tarihi devamlılık’ sütunlarından üçüne dair kimileri hafızamızdan çıkmış diğerleri ise az vurgulanır olmuş bilgiler yeni teklif edilen kavramlar eşliğinde ele alınacaktır. Gündemimizi halen meşgul eden önemli meselelerimizin tahliline katkıda bulunabileceğini düşündüğümüz bu kavramlar dünyacı milliyetçilik, tarihli Türklük ve tarihli Müslümanlıktır.
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.