Ahlâk, insana özgüdür; hayvanların ve bitkilerin ahlâkı yoktur. Hayvanlar ve bitkiler, özlerinde olanı çevrelerine uyarak gerçekleştirirler. İnsanlar çevrelerini dönüştürerek, arzı dünya haline getirerek, daha doğrusu arzda bir dünya inşa ederek varlıklarını sürdürürler. Doğan her insan yavrusu, kendisinden önce yaşamış olanların kurduğu, üstlenerek ve üstlenirken de dönüştürerek sürdürdüğü bir dünyaya gelir. Bu her insan yavrusunun bir dünyaya doğduğu ve doğduğu dünyayı üstlenerek/üstlenirken insan olduğu; bu dünyayı değiştirerek geliştirirken kendi kendisini/kendi kaderini gerçekleştirdiği anlamına gelir.
Ahlâk, insanın özgür olma şartına bağlıdır; özgürlüğün bulunmadığı şartlarda, ahlâk olmaz. Batı Avrupa’da 19. Yüzyılın başından itibaren etkin olan idealist ve materyalist düşünce, biri maddî âlemi, diğeriinsanların oluşturduğu dünyanın sistemini esas alarak, fertlerin özgürlüğünün anlamlı olmadığını savunurken; aynı zamanda ahlâkın da anlamsızlaştığı bir dönemde yaşadığımızı iddia etmekteydiler. Bu sebeple mesela Hegel ve farklı sebeplerle de olsa Marx, modern dönemde formel yapıların insan hayatındaki belirleyici etkisini dikkate alarak, özgürlüğü sistemin taleplerine uyma olarak tanımlarken; ahlâkı da anlamsızlaştırarak, terk etmişlerdir. Tabii ki Hegel veya Marx bunu böyle yaptıkları için, ahlâk anlamsızlaşarak terk edilmiş değildir; doğru gözlem, Hegel ve Marx’ın fikirlerinin batı dünyasında gerçekleşen bir dönüşüme şahitlik etmeleridir. Bu çerçevede modernitenin ayırıcı özelliği olarak temayüz eden ana fikir, ahlâk alanının hukuk tarafından ikame edilmesi gerektiği; formelleşme ile temayüz eden hukukun ve bilimin gelişmesi ile birlikte, insan hayatında küllî ve değişmez bir ahlâka artık yer kalmayacağı, sadece teorik bir iddia olarak kalmayarak, bilfiil/de facto hem siyasetin, hem ekonominin, hem sanatın, hem medyanın hem de ilmî faaliyetlerin baştan/başında varsaydığı bir esas olarak etkin olmuştur. Kısaca doğru ve güzelin iyi ile bir alakası olmadığı, ahlâkın sanat ve bilim dışında tutulması gerektiği tezi, tam da bunu özetler.
(...)
Dinî kültürümüzün omurgasını oluşturan İslâmî geleneğin dokunulmazlık kazanacak şekilde kutsanması ve eleştiri karşısında gelişim imkanını kapatan savunmacı yaklaşım da, modern iktisadî düzen içerisinde yaşayan Müslümanın, ahlâkî ikilemler yaşamasına sebep olmaktadır.
“Serbest piyasa ekonomisi toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden yaşayamaz ve insanı fiziksel olarak yıpratacağı gibi çevreyi de çöle çevirir”. -Karl Polanyi
Durkheim, göreneğin uzak bir geçmişten beri yapılageldiği için aşina bir davranış şekli olmanın yanı sıra, aynı zamanda toplumun bütün üyelerine kendisi ile mutabakatı bir mecburiyet olarak dayatan normatif bir iktidar olarak da tanımlanabileceğinin altını çizmektedir.
"Ahlâk meselesinde Nurettin Topçu istisnai bir yerde duruyor."
“Ahlâk” ve “genel ahlâk” kavramları, hukuk terminolojisinde farklı anlamları karşılar. Ahlâk, kişinin vicdanı, sübjektif-ferdî anlayışını ifade ederken idare hukukunun bir terimi olan “genel ahlâk” terimi aynen menfaat-kamu menfaati (kamu yararı), düzen-kamu düzeni gibi ikililer arasındaki derin fark gibi bir anlam farkını içerir.
Toplumsal ve siyasal yaşamda ahlâkî değerlerden sapma yozlaşma kavramı ile ifade edilmektedir. Toplumsal ve siyasî yozlaşma birbirini besleyen süreçlerdir. Toplumun aynası olan siyasetteki yozlaşma, toplumun ahlâkî değerlerindeki yozlaşmanın sonucudur.