Dijital emek kavramı, birtakım teknolojik gelişimlerle karakterize edilen “dijital” çağda, emeğin almış olduğu yeni bir form olarak ifade edilebilir. Burada söz konusu olan sadece emeğin gerçekleşme imkanındaki bir teknik değişim değildir. Diğer bir ifadeyle üretim bandından bilgisayar ekranına doğru olan geçişin sonuçları, emeğin daha üretken hale gelmesinden ya da emeğin birincil kaynağı olan insanın mekân değişiminden ibaret olarak düşünülemez. Bütün bunlar doğru olmakla birlikte – emeğin verimlilik artışı ve insanın çalışma mekanındaki değişiklikler bunlarla bağlantılı olarak emeğin ve emeğin çıktısı olan metanın ontolojik yapısı değişmiştir. Bu, derece farklılığı ifade eden yumuşak bir geçiş olmaktan ziyade Foucaultçu anlamda bir epistemik kırılma ya da Kuhncu anlamda bir paradigma değişimi olarak düşünülebilir. Tartışmayı sağlam bir kuramsal zemine oturtabilmek ve söz konusu değişimi doğru anlayabilmek için emek kavramı üzerine mevcut tartışmalara değinmek, bu bağlamda sırasıyla klasik ve Marksist emek-değer kuramlarına göz atmak faydalı bir başlangıç sunabilir.
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.