Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarının tarihi aslında, iktisat hakkında çok fazla düşünmemiş bir toplumsal ve siyasal mirasa dayalı, siyasi bağımsızlıktan sonra iktisadi bağımsızlığını kazanmaya istekli olan ve sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yemeye meyil gösteren bir psikolojinin dışa vurumunun tarihidir” (Buluş, 2018; 63). Dolayısıyla 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti ekonomisine ilişkin değerlendirmelerde bulunmak için Cumhuriyet’in Osmanlıdan aldığı deneyim ve mirası dikkate almadan bir değerlendirmede bulunulamayacağını ifade etmek gerekir. Bu noktada en önemli unsurların başında kadimden gelen diye ifade edilen anti-merkantil politikalar gelmektedir. Anti-merkantil politikalar ise genel olarak ithalatı öncelikleyen ve yerli üretimi dış rekabet karşısında ezdiren uygulamalar bağlamında sanayisizlik ortaya çıkarken, ithalata dayalı yapı ise dış açıkların finansmanında dış borçluluğu derinleştirici etkiler doğurmuştur.
Osmanlının güçlü devlet ve buna bağlı olarak güçlü ekonomisi ile sürdürülebilirlik taşıyan anti-merkantil politikaların devletin zayıflamasıyla sürdürülebilirliği ancak ithalatın finansmanının dış borçlanma ile gerçekleştirilebilirliğine zemin hazırlamış ve bu durum da devletin yıkılışını hızlandırmıştır. Cumhuriyet’i kuran irade de özellikle Osmanlının bu olumsuz mirasına karşı önlem alma çabası içerisinde olmuş; Lozan’ın 5 yıllık süreç sonunda Osmanlının Batı’ya tanıdığı ekonomik imtiyazların devam ettirileceğine dair hüküm çerçevesinde, para ve gümrük politikaları uygulamaları bağlamında ancak sanayileşme hamlelerine başlayabilmiş, mali ve dış ticaret dengesine özen gösterebilmiştir. Fakat II. Dünya Savaşı ile birlikte bu politika uygulamalarından sapmalar ortaya çıkmakla birlikte Savaş sonrasında Batı bloğu içerisinde yer alma motifi de Osmanlıdan alınan derslerin bir tür terkini beraberinde getirmiştir.
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.