Eğitim ve kurumları kültür aktarıcılığı ve devamlılığında çok önemli işlevlere sahiptir. Öyle ki, hemen her dönemde eğitime (sistemine) yöneltilen eleştirilerin başında yeni nesillerin kültürel değerlerine sahip olmasındaki eksiklikler gelmektedir. Burada eğitim derken genellikle eğitim sistemi (milli eğitim), müfredat, okul, öğretmen ve idarecileri kastedilmektedir. Her ne kadar hayatı kolaylaştırmanın yollarından biri olsa da, sınırı çizilmeyen genellemeler hata yapmanın kapılarını da aralar. Eğitime yöneltilen eleştirilerin haksız ya da yersiz olduğu anlamı çıkmamalı bu ifadelerden. Toplumsal değişmelerle ilgili tüm eleştiri oklarını yalnızca eğitime yöneltirken, sayısız başka faktörlerin dikkatimizden kaçabileceği gerçeğini vurgulamak isterim.
Dilin insan iletişiminin en muhteşem aracı olduğunu ifade etmek abartıya kaçmak olmaz ve hatta hemen herkesin üzerinde mutabık olacağını söyleyebiliriz. Duygu ve düşüncenin sembolik aracı olan dil, insanın bilişsel, sosyal ve duygusal gelişiminin de hem sonucu hem de sağlayıcısıdır. Diğer bir deyişle karşılıklı etkileşim halindedirler. Doğumdan itibaren gerek zihinsel gerekse fiziksel gelişimle birlikte devam eden dil gelişimi, zihinsel ve fiziksel değişime bağlı iken; dil, insan zihninin gelişmesine de etki etmektedir. Zira dış dünyayla özellikle zihinsel ve duyuşsal bağlarımız dilin aracılığıyla kurulmaktadır. Düşünce ve duyguların karmaşıklaşması (gelişmesi anlamında) dilin de bu ölçüde karmaşıklaşmasını gerektirmektedir. Dilin imkânları ile ifade edilen (bir anlamda somutlaşan) duygu ve düşüncelerin sınırları, bireyin (ve onu en fazla etkileyen toplumsal etkilerin) dil kapasitesince belirlenmeye başlayacaktır. Burada dilin imkânlarıyla ifadeye dökülmeyen duygular ve düşüncelerin varlığının inkârı söz konusu değildir. Altını çizmek istediğim husus, dilin duygu ve düşünceler üzerindeki etkisidir.
Yazının devamı Düşünce Dergisi'nin Dil sayısında...
Hukûk-ı Nâs’ın ulus ve vatan kavramları üzerinde duruyor oluşu yazıldığı ve tercüme edildiği dönem itibariyle dikkat çekicidir. Zira henüz imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmediği bir dönemde ulus devlet, ulusun inşası ve egemenliği altındaki hükümdardan kopuşu gibi meseleleri işlemiş olması, imparatorluklardan kopan ulus devletlerin temel ilkelerini belirlerken sahip olmaları gereken prensipleri belirleme girişimleri, eserin ilgiyle takip edilmesini anlaşılır hale getirmektedir.
1942, hızını gittikçe artıran radikal bir bakış açısının Türk romanında hissedildiği bir yıldır. Çünkü köy romanı anlayışı, Anadolu idealizminin yerine geçmeye başlamıştır. Köy gerçeğini savunduklarını öne süren yazarlar, kendilerinden önceki “Anadolu” yaklaşımını “kaval”, “çoban” “söğüt” edebiyatı adıyla alaya almıştır. Yaban, Çalıkuşu gibi dönemin çok okunan romanlarını “küçük burjuva romanları” olarak görürler.
Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki Mümtaz, huzuru ararken hep huzursuzdurlar ve bunalırlar. 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.
Gerçekte her medeniyet tasavvuru değerler ve bu değerlerin hayata yansıması olarak ortaya çıkan eylemler üzerinde bir bütünlük arz eder. Buradan çıkan sonuç her medeniyet tasavvurunun çelişkisiz olması zorunluluğudur. Toplumsal kimlik yapımızdaki ikilem şehirlerimize de yansımaktadır
Cumhuriyet’in ilanı, her alanda modernleşme hamlelerinin yapıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Böylesi dinamik dönemde alınan kararların ve benimsenen politikaların en somut sunulacağı alanlar da kentler olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet’in başarmak istediklerinin nirengi noktasını kentler teşkil etmiştir. İlk yıllardaki kentleşme politikaları temelde bir sistem oluşturmaya ve bu sistemin uygulanmasını sağlayacak idari ve yasal çerçevenin belirlenmesi üzerine kurulmuştur.
Kurumları koruyacak olan hukuk devletidir, kanunlardır. Fakat korunacak değerlerin ancak küçük bir kısmı yazılıdır. Diğerleri insanların kalplerinde ve zihinlerindedir. Kurum değerlerini koruma görevi herkesten önce kurum yöneticilerine ve mensuplarına aittir. Sonra da bütün millete.